Peru, Güney Amerika’nın batısında, Pasifik Okyanusu kıyısında, tarihi İnka Uygarlığı’nın gizemli ülkesi. Yaklaşık 1.300.000 kilometre karelik, 30 milyon civarında nüfusu olan kendine özgü bir ülke Peru. Yerli halkın buraya nereden geldiği bilinmiyor. Panama Boğazı’ndan, Pasifik Okyanusu’nu aşan avcılardan oldukları düşünülüyor. 1531 yılında İspanyol istilasına uğruyor ve 1826 da bağımsızlığını ilan edinceye dek İspanyol valiler tarafından idare ediliyor. 1968-1974 yılları arasında darbeci askerler tarafından yönetilen Peru’da petrol, bankacılık, madencilik, balıkçılık millileştirilmiş. 1980’li yıllardan sonra ise liberal ekonomi uygulanmaya başlamış.

And Dağları ülkeyi üç farklı iklime ayırıyor. Yaklaşık 2240 km uzunluğunda olan toprakların % 11’ni kaplayan kıyı bölgesi, Sierra denilen dağlık kısım (toprakların % 33) ve toprakların yarısından çoğunun bulunduğu Mantana. En güneyden başlayıp, Lima’ya kadar olan kısım bir kıyı çölü. Peru’yu dolaşmak demek 0-6.000 metre arasında gidip gelmek demek. Yağış nadir. Tarım nehir vahalarında mümkün. Lima’nın kuzeyinde toprak daha verimli. Ülke genel olarak ekvatora yakın olduğu için gece-gündüz sıcaklık farkları fazla.

Peru’nun altın rezervlerinin Afrika’dan fazla olduğu söyleniyor. Ayrıca su bakımından dünyanın en zengin ülkelerinden. Coco-Cola’nın şişelediği sular tüm Peru’da satılıyor. Etnik gruplar nüfusun % 45 ini teşkil ediyor, ama çoğu melez. Aymara ve Quechua en kalabalık gruplar. Peru’daki diğer etnik gruplar: Titicaca Gölü kıyısında yaşayan Tiahuanacolar, kuzeyde yaşayan Çavinler, kuzey kıyıdaki Çimular, Güneydeki Nazkalar, Dağlardaki Keçualar.

İlkokul mecburi, okur-yazarlık % 72 dolayında. 30 üniversite, pek çok özel okul var.  Kişi başına düşen milli gelir 7.000 dolar civarında. Burası bir deprem ülkesi, Peru’yu gezdikten sonra 1978 depreminde 300 bine yaklaşan insan ölümünü anlayabiliyorsunuz.

Peru deyince ilk akla gelen İnkalar. İnkalar, And Dağları’nın yükseklerindeki vadilerde yaşamış yerli halk. Kolomb’un bu topraklara basmadan öncesi Amerika’nın en büyük uygarlıklarından biri. 12-16 yy. arasında varlık gösteren İnkalar 14-15 yy’da Peru dışında, Bolivya, Ekvador hatta Arjantin ve Şili’nin bir kısmını da kapsayan 5-10 milyon nüfuslu bir imparatorluk kurarlar. Kültürel ve ekonomik başkentleri Cusco’dur. Zamanla And Dağları arasındaki vadilerden, Peru’nun ortalarına ve kıyılara dek yayılan İnkalar’ın imparatorluğu 15 yy’da iyice güçlenir. İmparatorlarına tanrı gözü ile bakılır, Cusco güneşin kutsal kenti kabul edilir. İnka halkı yoksul değildir ama malı mülkü de yoktur. Üretimlerinin bir kısmını imparator ve din adamlarına vermek zorundadırlar. Taş ustalığında, dokumacılıkta, süs eşyaları yapımında çok ileridirler. Yazı sistemleri ve paraları yoktur. Taşımacılık ve yününden faydalandıkları lamaları yetiştirmişlerdir. Yine ilk patatesi yetiştiren İnkalardır. Ay, güneş, yıldızlar İnkalar için kutsaldır. Astronomi ile ilgilenmişler, ama Mayalar kadar ileri gidememişlerdir. 16. yy’da İspanyol istilası, imparatorluk içindeki kardeş kavgaları bu medeniyetin sonunu getirmiştir. Bugün Peru’da 3 milyon civarında İnka yaşadığı tahmin ediliyor.

Yolculuğumuz Air France ile Paris aktarmalı. Lima-Paris 10.300 km civarında 12 saatlik bir uçuş yapılıyor. Türkiye saati ile gece 24.00 dolayında Lima’dayız. Uçak inmeden önce And Dağları’nı seyrediyorum; daha önce bu dağların Şili’deki uzantılarını görmüştüm. Havaalanından hemen Cruz del Sur otobüs firmasının garajına hareket ediyoruz. Cruz del Sur otobüs firması Buenos Aires’e kadar gidiyor. Lima’dan ayrılarak, Peru’nun kıyı bölgesi boyunca güneye doğru ilerliyoruz.

Gece vakti Ica’dayız. Las Dunas otele yerleşiyoruz. Tatil köyü havasında yazlık bir otel.

Ica, Peru’nun 26 bölgesinden biri. Çöl ve okyanusun birleştiği bu yerler yağış almıyor. Çölde kilometrelerce kaybolmuşluk duygusu ile gidiyorsunuz.

Bu tip yollarda uyuma ve bunun sonucu kaza çok sık olurmuş. Kazada ölenlerin anısına yol kenarlarına kazanın olduğu yerlere küçük ev gibi yapılar inşa etmişler.

Sabah kahvaltısından sonra UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde bulunan Paracas’a gidiyoruz. (Quechua= Keçua dilinde kum fırtınası demek). Bu çöl ile okyanusun birleştiği yarımada Peru’nun koruma altında olan en büyük kıyısı. 1800’den fazla hayvan ve bitki türü için doğal rezerv. Pelikanlar, flamingolar, Humboldt Penguenleri, yüzlerce kuş…

Burada botlara biniyor, Islas Ballestas canlılarını fotoğraflıyoruz. Bölge fukaranın Galapogos’u olarak adlandırılıyor. Patagonya -Tierra del Fuego bu açıdan daha zengin ve şaşırtıcı.

Yarımadada denizden 150 metre yükseklikte, 180 metre uzunlukta, 55 metre genişliğinde ve 45 cm derinliğinde El Candelabro denilen bir coğrafi oluşum var. Kimileri bunun gemicilere yol gösteren bir yapı, kimileri de Nasca Çizgileri gibi kim tarafından ne amaçla çizildiği belli olmayan bir oluşum olduğunu söylüyor.

Kıyıda dönünce Cebiche (seviçe) yiyoruz. Seviçe, lime (misket limonu) suyu içinde marine edilerek pişirilen çiğ balık yemeği. Pişirme tekniği balığı, asit içinde turşu gibi oldurmak. Seviçe kuru soğan halkaları, acı biber halkaları, bazı yerlerde patates ile servis ediliyor.

Peru bir balık cenneti. Şili’nin güney ucundan başlayıp, Pasifik’te kuzeye doğru akan soğuk su akıntısı Humboldt dünyada avlanan balıkların % 20’sini Antarktika’dan buralara getiriyor.

Yemekten sonra Pisco (Keçua dilinde kuşlar)’ya gitmek üzere yola çıkıyoruz. Burada 400 yılı aşkın bir süredir içilen, Peru’nun özel içkisi Pisco’yu tanıyıp tadacağız.

Pisco alkol oranı yüksek bir içki, (çeşitlerine göre alkol oranı değişiyor, ortalama %40 civarında) 6-7 çeşit üzüm kullanılarak yapılan bir brandy. Bir yudum içebiliyorum; alkol insanın boğazını yakıyor. Pisco sour yumurta akını çırparak, tarçın ve pisco ekleyerek yapılan bir kokteyl. Pisco’nun çeşitli türleri var, limonlu v.b. Pisco sour oraya kadar gitmişken denenebilir. Burada tarım nasıl yapılıyor diye sorduğumda yerin çok altlarından drenaj ile çıkardıkları suyu kullandıklarını söylediler. Peru’nun piscoları bu bölgede yapıldığı için Ica, pisco başkenti olarak adlandırılıyor.

Pisco içiminden sonra Huacachina‘dayız. Çölde doğal bir göl etrafında kurulmuş, 115 nüfuslu bir köy. Gölün etrafında palmiye ağaçları ve en fazla iki katlı olan binalar var. Bu vahanın bir benzeri de Fas’ta. Gözünüzün alabildiği alan çöl.

Buggy denen araçlara biniyor, gözlüklerimizi takıp, kemerlerimizi bağlıyoruz. Buggyler metal kafes şeklinde dizayn edilmiş, güçlü motorları olan araçlar. Sanki Mad Max filmindeyiz. Şoför tam gaz kumlara dalıyor, dimdik yokuşlardan süratle iniyor, yan yatıyor, kavisler çiziyor. Gözüm kapalı, çığlıklar atıyorum; ama aldıran yok. Bir tepeye geliyoruz. Herkes “sandboard “yapıyor. Ben hariç. İlk defa bir yerimin kırılma ihtimali olabileceği korkusuna kapılıyorum. Film platosu gibi bir yerdeyiz…

Günlerce çıkmayacak kumlarla belenmiş olarak Nazca’ya geliyoruz. Nazca’da Hotel Alegria’da kalacağız. Küçük, orta halli, üç yıldızlı bir otel. Şehir merkezinde. Herkes çok yorgun ve kumlu…

Yemekte et ve salata var. Pisco sour da ikram ediyorlar. Yemekten hemen sonra odalarımıza çıkıyoruz. Çöl kumlarını arındırmak için giriştiğim ayakkabı temizliğinde yorgun düşüyorum. Yaşamımda bu kadar ince kum görmedim. Eğer yolunuz buraya düşerse, mutlaka yanınıza atılacak bir kıyafet ve ayakkabı alın.

Sabah erkenden Nazca Çizgileri’ni görmeye gideceğiz. Peru’ya geliş amacım Nazca Çizgileri ve Machu Picchu’yu görmek. Nazca Çizgilerinin kimler tarafından neden çizildiği belli değil. İlk Nazca Çizgisi 1926 yılında keşfedilmiş. Karbon çalışmaları bu çizgilerin M.Ö 200 – M.S 700 yılları arasında yapıldığını, 12. yy İnka Uygarlığı’ndan daha eskiye dayandığını gösteriyor. Burada İnkalar’ın dışında başka bir topluluk olan Nazcalıların yaşadığı söyleniyor. Bu çizgiler hakkında çeşitli ve farklı görüşler var.

Nazca çizgileri maymun, örümcek, kuş v.b hayvan şekillerinin yanı sıra üçgen, ok gibi çeşitli geometrik şekillerden oluşuyor. 1968 yılında Alman “New Age” yazarlarından Erich von Daniken’in yazdığı “Tanrıların Arabaları ”kitabını 1970‘li yıllarda okuduğumda buraları göreceğimi hayal etmemiştim. Yazara göre buralar uzay gemilerinin iniş pisti idi. Yerli halk onları tanrı diye kabul etmiş onlarla iletişim kurmak için hayvan figürleri çizmişlerdi. Nazca ile ilgili ilk bilimsel açıklama ise Alman matematikçi Maria Reiche tarafından yapıldı. Buraya yerleşen Reiche 1998’de ölünceye dek tüm yaşamını bu geoglifler adadı ve ‘UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne buranın eklenmesini sağladı. Reiche’ye göre kumun daha koyu olan üst tabakası kazınarak şekiller oluşturulmuştu. Şekiller güneş ay ve bazı yıldızların pozisyonlarını yansıtıyordu. Bunlara göre insanlara ne zaman ekin ekmeleri, ne zaman sulamaları, ne zaman toplamaları gerektiğini hatırlıyorlardı. Ama birtakım kuşkucu bilim adamları bu açıklamayı yeterli bulmadılar. Hayvan figürleri neyi açıklıyordu? Üstelik düz çizgiler tüm yönlere uzanıyordu. Daha sonra yapılan bilgisayar hesapları da bu çizgilerin % 20’sinin astronomik pozisyonlara uygun olduğunu gösterdi. Yağmur yağmadığı için bu çizgiler hiç kaybolmuyor.

Nazca’nın 12 km uzağında 24 kilometrekare genişliğinde 20-30 bin kişinin gömülü olduğu bir nekropol bulundu. Burada yapılan kazılar sonucu geogliflerin hepsi ayrı zamanlarda yapılmış olup, üç kategoriye ayrılabileceği, ilk zamanlarda yapılan küçük sarmal şekillerden sonra büyük hayvan figürlerine geçildiği, bunların Nazcalıların tanrılarını temsil ettiği, M.S. 3-4 yy’da And Dağları’ndaki büyük deprem sonrası tanrılarına küserek buralardan göç ettiklerini, gittikleri yönleri bu oklarla gösterdikleri ileri sürüldü.

Nazcalılar son olarak İnkalar’ın içinde eriyip tarihe karışmışlar. Bu bahsettiğim görüşlerin dışında da pek çok görüş var. Buranın bir açık hava tapınağı olduğu, yağmur duası için yapıldığı gibi. Sonuç olarak hala “Nazca Çizgileri ”nin üzerindeki sır perdesi kalkmış değil. Ne olursa olsun Peru’ya gelip de küçük uçaklarla havalanıp bu alışılmadık ve göz alıcı manzarayı görmeden gitmek olmaz.

Nazca’dan ayrılma vakti geldi. Otobüse binerken hepimizin tek tek resimleri çekiliyor ve çantaları aranıyor; bazı çantalarda bulunan biralara el konuyor. Altı kişilik bir grubuz. Hepimizi otobüsün alt arka kısmında özel bir kompartımana yerleştiriyorlar, bizden başka kimse yok burada, pek mutlu oluyoruz. Bu muamelenin nedenini öğrenmeye çalıştığımızda kaçırılma riskine karşı bir önlem diyorlar, ama ben inanmıyorum. Otobüste et-pilav-brokoli-meyve jölesi, İnka Cola dan oluşan bir yemek veriyorlar. Yaklaşık 400 km gideceğiz. Çölde kuzeye ilerliyoruz. Lima’ya dönüyoruz.

Lima krallar şehri diye geçiyor. 10 milyon civarında bir nüfusa sahip. 1988 yılından beri UNESCO Dünya Mirası Listesinde. Pasifik Okyanusu kıyısındaki bu kent subtropikal-çöl iklimi etkisi nedeniyle ılıman bir havaya sahip.

Şehre girdiğimizde hava kararmış, biz şehrin banliyösünde ilerlerken Memo kusmaya başlıyor. Ben meyve jölesine veya beklemiş kremaya bağlıyorum. Garajda arabadan indiğimizde titriyor ve “ben herhalde evi bir daha göremeyeceğim” diyor. Üstümdeki ince hırkaya sarıyorum, arabanın gelmesini bekliyoruz. Dünyanın her tarafında anneler aynı, Perulu bir kadın geliyor ve bir battaniye uzatıyor.

Mariel Hotel’de kalacağız. Miraflores bölgesinde merkezde küçük üç yıldızlı bir otel. Odalarımıza yerleştikten sonra Memo uykuya dalınca hemen dışarı çıkıp bir taksi ayarlayıp, şehir turu yapıyoruz. Lima Central, Miraflores ve San Isıdro, Barranco diye üç bölümden oluşan bir şehir. Şehrin eğlence merkezini bulmaya çalışıyoruz. Haritadan barlar ve kulüpler sokağını buluyoruz, ama birine girmeye çekiniyoruz.. Barranco’nun romantik bir sembolü olan Suspiros Köprüsü etrafındaki canlılık müthiş. Bajada de Los Banos denilen okyanusa inen yol çevresi anladığımız kadarı ile oldukça elegan bir çevre. Otele döndüğümüzde saat 24 dolayında ve Memo çok kötü; ne yese çıkarıyor. Diyare çok fazla değil. Özel bir kliniğe götürmeye çekiniyorum. Bulantısı çok. Lima’nın güvenli bir şehir olmadığı söyleniyor. Gece saat 04.00’de resepsiyondan bir görevli alarak Lima sokaklarında eczane aramaya çıkıyorum. İlginçtir ki eczaneler demirkapılar arkasından siparişleri uzatıyor, içeri insan almıyorlar, ilaçların kutuları yok, jenerik adları bana yabancı. Antiemetik diyorum, ama verdikleri ilaç baş dönmesi+bulantı+ağrı için gibi bir karışım. Otele dönüyorum. Sabah saat 6 dolayında hava aydınlanırken tekrar dışarı çıkıp markete su almaya gidiyorum. Yollarda kimse yok. Memo sabah kahvaltısına da gelemiyor. Bilmediğim bir ülkede hastaneye gitmek istemiyorum.

Bugün 19 Ekim. Memo’da düzelme yok. Üstelik yarın gideceğimiz Cusco 3.400 metre ve herkes yükseklik hastalığına karşı ilaç alıyormuş. Memo’nun dehidratasyonu nedeni ile panikliyorum. Litrelerce suyu odaya dolduruyorum. Memo uykuya dalınca ben de saat 11.00’de kendimi sokaklara atıyorum. Gerçekten merkezi bir yerdeyiz. Park Kennedy’den geçerek Huaca Pucllana’ya kadar yürüyorum. Yollar son derece şık ve bakımlı binalarla kaplı ve oldukça geniş. Huaca Pucllana Miraflores’in ortasında arkeolojik bir alan. Restorasyon çalışmaları hala devam ediyor. Burası İnka öncesi bir uygarlık kalıntısı. Aslında bir sunak yeri. Deniz ve güneşe tapan insanlar çamur tabletler ile burayı yapmışlar. Depreme dayanıklı olması için tabletler aralıklarla yerleştirilmiş. Çamur işleme yerlerinde iyi korunmuş ayak izlerini görmek mümkün. O dönemdeki bitki ve hayvanların sergilendiği küçük bir tarım alanı ve hayvanat bahçesi var.

Akşama kadar Lima sokaklarında dolaşıp fotoğraf çekiyorum.

Gece saat 02.00 dolayında kalkıyor ve havaalanına doğru yola çıkıyor; Cusco’ya hareket ediyoruz.

Cusco Orta Peru’nun And Dağları platosunda bir şehir. Uçak And Dağları’nın korkutucu yüksekliğinden sonra bir düzlüğe geliyor. Dağların arasındaki bu düzlük denizden 3.400-3.500 metre yükseklikte. Burası aynı zamanda Peru’nun turizm başkenti. Yerli dilinde göbek bağı anlamına geliyor. İnka ülkesindeki bütün yerleşim birimlerinin ortasında. İnkaların kutsal hayvanı Pumanın vücudu şeklinde inşaa edilmiş bir şehir. İnkalar buraya “güneşin kutsal kenti” demişler. Gökyüzü mavisinin bu kadar güzel olduğu yer çok yoktur herhalde. Biz zehirlenme nedeniyle yükseklik hastalığı ile pek ilgilenemedik. Hayatımda içmediğim kadar su içiyorum. İner inmez yerlilerden coco şekerleri alıyor, çiğniyorum. UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki bu şehrin sokakları dar. Şehir 500 bin nüfuslu. Aranjuez diye yerel özellikleri taşıyan bir pansiyona yerleşiyoruz. İki katlı mavi tahta oymalı korkuluk ve pencereleri olan şirin bir yer. Odaya ısıtıcı ve oksijen tüpü istiyorum. Bahçede çiğnemek için coco yaprağı ve içmek için coco çayı ikram ediyorlar. Coco bitkisi And kültüründe önemli bir yere sahip. Yaprağında aktif madde olarak alkaloid kokain bulunuyor. Tüm oteller gelenleri yükseklik hastalığı nedeniyle coco çayı ile karşılıyor. Kurutulmuş yaprakları ise çiğneyip emiyorsunuz. Her iki yöntem de açlık, susuzluk, halsizlik ve yorgunluk hissini ortadan kaldırıyormuş. Ayrıca romatizmal ağrılar ve baş ağrısına iyi geliyormuş. Çiğnenen miktar göreceli olarak az olduğundan ve kana yavaş karıştığından kokaine özgü psikoaktif ve öforik etkiler görülmüyor. Marketlerde cocodan yapılmış çikolata, şeker, çay, çiklet v.b. her türlü ürün var. Ama Bolivya ve Peru dışında cocodan yapılmış ürünler kokain muamelesi görüyor ve yasak. Onun için hediye getirmeye kalkışılmıyor.

Sacsayhuaman’a gitmek üzere yola çıkıyoruz. Sacsayhuaman, Cusco‘nun 3 km dışında dev taşlardan oluşmuş bir kalıntı. Şehre giren en tehlikeli yolun savunması için oluşturulmuş bir kale olduğu söyleniyor.

Güney Amerika halkının kökeni M.Ö. 12.000 yıllarında Bering Boğazı’ndan geçenlerin, M.Ö. 10.000 yıllarında buralara ulaşmasına dayanıyor. İnka Medeniyeti ise bizim Anadolu Medeniyetleri ile karşılaştırıldığında çok genç. M.S 11 yy’da Manco Capac’ın kurduğu tüm Güney Amerika’nın batı kıyılarına yayılan İnka İmparatorluğu için çok çeşitli efsaneler var. Manco Capac’ın fırtına ve güneş tanrısı Viracocha’nın oğlu olduğunu söyleyenlerde var. Titicaca Gölü’nün derinliklerinden çıkartılıp Inti tarafından büyütüldüğünü söyleyenler de var. Cusco‘yu merkez alan bu imparatorluk güneş, ay kısaca doğanın tüm güzelliklerini kutsal saymış, yaşamlarını buna göre organize etmiş. And Dağları’nın yüksek kesimlerindeki dik ve sarp yamaçlara yaptıkları kale ve şehirler bugün bile mimarları şaşırtmakta. Duvarlarında taş kullanılan çatıları otla kaplı bu evlerin duvarlarından bugün bir jilet bile geçmemekte.

Sacsayhuaman‘dan dönünce bir araba kiralayarak şehir turu yapıyor, şehrin en yüksek noktasına gidiyoruz. Sonra şehrin merkezini dolaşıyoruz. Plaza De Armas’a, daha sonra taze meyve, çiçek, yerel yiyeceklerin satıldığı Mercado Central’de San Pedro’ya gidiyoruz.

Ben Cusco’yu çok beğendim. Fırsatım ve vaktim olursa yine gitmek isterim. Denizden 3.350 metre yükseklikte olan basınç farkı ve oksijen azlığı nedeniyle insanların sıkıntı yaşayabildikleri şehirde bu durum beni hiç etkilemedi. Luang Prabang (Laos), Khiva (Özbekistan)’dan sonra ikinci kez gidebileceğim yerler listesinde. Enerji yükleyici bir merkez. Rengârenk giysili insanlar, tek renk evler… Yavaşlatılmış bir filmin içindesiniz sanki. Kimsenin bir acelesi yok. Bu arada fazla turist nedeniyle artık güvenli değil. Hırsızlık olayları fazla.

Akşam yerel bir lokantada Alpaka eti tadıyorum. Devegiller familyasından olan alpakanın eti dana etine benziyor fakat ben sert buldum. Gece canlı ve ışıl ışıl aydınlatılmış sokaklardan yürüyerek otele dönüyoruz. Yarın büyük gün Machu Picchu’ya gidiyoruz.

21 Ekim sabah 06.30’da Poray’a gitmek üzere yoldayız. 07.40 treni ile Machu Picchu (Eski Dağ)’ya gidiyoruz. Tren Aguas Calientes kasabasına gidiyor. Trenin tavan camları oldukça geniş, tepemiz masmavi gökyüzü. Machu Picchu‘ya buradan 30 kişilik minibüslerle yaklaşık 30 dakikada çıkılıyor. Machu Picchu – Cusco arası 88 km. Yol çok güzel, vadiler, köyler, mısır-patates tarlaları, akarsular.

Urubamba Vadisi‘nden hayat fışkırıyor. Tren dışında katırlarla köylerde konaklayarak ve yürüyerek çıkılan bir alternatif yol da var. 45 kilometre uzunluğundaki bu yol 3 gece 4 gün sürüyor. Bu yolda eski İnka ticaret yolu ve pek çok antik kalıntı var.

Machu Picchu 1912-1913 yıllarında Bingham adlı bir Amerikalı tarafından bulunmuş, İspanyol istilasından korunabilmiş, bir İnka antik şehri. 2.360 metre yükseklikte, Urubamba Vadisi üzerinde, 200 den fazla merdiven sistemi ile birbirine bağlı. Hiç restorasyon görmedi söyleniyor. Şehir adını bu dağ zirvesinden almış.

Dağın eteklerinde de tarım alanı olarak kullanılan teraslar var. Şehrin sonunda ise Wayna Picchu (Genç Dağ) yükseliyor. Günlük ziyaretçi sayısı 2000; fakat UNESCO 800 ile sınırlandırılmasını öneriyor. Wayna Picchu’ ya çıkmak isterseniz 13.30’a dek iki grup halinde 400 kişiye izin veriliyor. Machu Picchu’ya geleneksel yürüyüş yolu ile de ulaşmayı planlarım arasına alıyorum. Bu şehrin yapılış amacı bilinmiyor. Yaklaşık 1000 kişiyi barındırdığı tahmin ediliyor. Bu devasa taşların buraya nasıl getirildiği bir muamma…

Tarım yapılan terasları, her birinin önünde kendi bahçesi bulunan yapılar, su kanalları, astronomi gözlemlerini yaptıkları yerleri, tapınakları, sunakları ile halen bugün ayakta olan bir şehir ve 2007 yılında dünyanın yeni yedi harikası arasına alındı. Bu kutsal kentin, güneşin bakireleri için inşa edildiğine inanılıyor. Bu bakire kızlar salgın bir hastalık, deprem veya imparatorun başa geçmesi gibi durumlarda kurban edilirlermiş. Sadece kızlar değil henüz erkekliğe ulaşmamış, genç oğlan çocukları da kurban edilirlermiş. Burası anlatılmaz görülür. Burada gezmenin heyecanını tatmak, farklı bir duygu…

Yıllar önce 21 Haziran-21 Aralık günlerini tespit eden bu uygarlığın astronomi bilgisine şaşırıyorsunuz. 21 Haziran’daki Inti Raymi festivalleri kış gün dönümü ve hasat zamanını kutlamak için güneş tanrısına yapılan bir tören. Bugün halen pagan gelenekleri Peru’nun pek çok yerinde devam ediyor.

Bu hayallerimi süsleyen muhteşem yerden minibüslerle ayrılıyor, dağın eteğindeki Aguas Calientes kasabasına iniyoruz. Yemek, alışveriş derken tren vakti geliyor. Cusco’ya gitmek üzere en son trene biniyoruz. Çeşitli uluslardan insanlar trende eğlenerek, gösteriler yapıyorlar.

Dönüş yolculuğu geceye sarkıyor. Trenden bir başka İnka Şehri olan Ollantaytambo’da iniyoruz. Yaklaşık bir buçuk saatlik bir yolculuktan sonra Cusco ‘ya ulaşıyoruz. Yemek yemeden dosdoğru otele. Yarın tüm gün süren bir otobüs yolculuğumuz olacak. Puno’ya gideceğiz. Puno Titikaka Gölü kıyısında. Erken kalkmak gerek.

22.Ekim günü sabah saat 07.00’de otelden ayrılıyoruz. Cusco‘ya büyük otobüsler giremiyor. 25 dakika gittikten sonra otobüse biniyor ve hareket ediyoruz. İlk durağımız San Pedro Kilisesi, Andahuaylillas (Bakır Tarlaları) kasabasında. Amerika’nın Sistine Şapeli diye de adlandırılıyormuş. Vatikan Sistine Şapeli’ni 20 yıl önce gören biri olarak – hatırlayabildiğim kadarı ile – pek bir bağlantı kuramadım. Cusco Okulu ressamlarının yaptığı tablolarla kaplı bu 17. yüzyıldan kalma kilisenin içindeki tabloların çerçevelerinin eskiden altın olduğu söyleniyor. 2000 yılından beri restorasyon çalışmaları devam eden kilisenin içine tepeye bir güneş yerleştirilmiş. And Dağları ve Katolik geleneği harmanlanarak İnkalar kiliseye sokulmaya çalışılmış. Peru sömürge sanatının en değerli örneklerinden biri olarak gösterilen kiliseye Cusco’dan ayrılıp Puna‘ya giderken 40. Km’de ulaşıyorsunuz. 

Bir sonraki durağımız Parque Raqchi. Burada İnka mimarisinin bir örneği olan Wiracocha Tapınağı‘nı görüyoruz. Wiracocha yaratıcı bir tanrı, güneş tanrısı ve ay tanrısını yaratmış. Tapınak 14-15 yy’dan kalma. İnka mimarisi hassaslık, kullanışlılık ve sadelik temel prensiplerini esas alıyor.

Raqchi‘nin en az Machu Picchu kadar önemli olduğunu söylüyorlar.  Vilcanota Nehri kıyısındaki bu yer denizden 3500 metre yükseklikte. 156 adet yiyecek deposu olan bu yer bir zamanlar imparatorluğun ambarı imiş. Verimli Raqchi’de mısır, patates yetiştirilirmiş. Aynı zamanda lama ve alpaka da. Doğal bir felakette yiyecekler buradan gidermiş. Raqchi 150 ailenin kalabileceği şekilde tasarlanmış. 2000 yılında iki gün durmaksızın yağan kar nedeniyle telef olan alpakaları kuruttuklarında üç yıl bozulmadan kaldığını görmüşler. Hakikatten silindir şeklindeki bu kapalı yerlere girdiğinizde bir serinlik hemen fark ediliyor. Burada arkeolojik kazılar halen devam ediyor.

Panamerikan karayolu üzerinde bulunan La Pascana’da açık büfe öğle yemeğimizi alıyoruz. Tekrar yollardayız.

Nihayet La Raya‘dayız. Burası La Raya Sıradağları arasında bir geçit; 4.335 Metre yükseklikteyiz. Etraf yerel eşya satan Perulular ile dolu. Lama, alpaka ile ücret karşılığı poz veriyorlar.

Hedefimiz Pucara. Burası 4,2 kilometrekarelik bir alana yayılmış arkeolojik bir bölge. Tarihi M.Ö. 1800’lere dek dayanıyor. Şehir seramikleri ile ünlü, küçük Pucara boğaları (seramikten yapılmış) şehrin neredeyse simgesi. Burada müzeyi geziyoruz, kilisesini görüyoruz.

Cusco-Puno arası 380 kilometre civarında; şimdiye dek 280 kilometre civarında yol geldik. Yollarda mümkün olduğunca duruyor, belli başlı arkeolojik alanları gezmeye çalışıyoruz.

Tekrar yollardayız, bir süre sonra Juliaca’ya ulaşıyoruz. Burası da 250 bin dolayında nüfusu ile Peru’nun kalabalık şehirlerinden biri. Denizden 3825 metre yükseklikte. Bu yükseklikte pek bir şey yetişmiyor. Yıllık ortalama 610 mm yağış alan bu yer Peru’nun en hızlı gelişen şehirlerinden. Bolivya’dan gelen kaçak eşya ve petrol burada vergisiz ve ucuza satılıyormuş. Buraya ticaretin başkenti diyorlar. Aylık 100-1000 Dolar arası değişen ücretle öğrenim görmenin mümkün olduğu bir özel üniversitesi de var. Ücretler Peru’nun diğer yerlerine göre daha yüksekmiş. Aylık ücretin 1.000-1.500 dolar arası olduğunu söylüyorlar. Bu nedenle burada yoksulluk yüksek değil.

Bir saat içinde de Puno’dayız. Puno Titicaca Gölü kıyısında, 100.000 nüfuslu bir şehir. Güzel bir katedrali var. Göl kıyısındaki Typıkala Otel’e yerleşiyoruz. Akşam yemeğinde ilk defa Titicaca Gölü’nden çıkan Trucha (alabalık) yediğimde şaşırıyorum. Karnım tok olmasına karşın çok lezzetli geldi. Titicaca 3812 metre yükseklikte, Güney Amerika’nın en büyük tatlı su gölü. 8372 kilometrekarelik bir alanı kaplıyor. Titicaca derin bir göl. Ortalama derinlik 135 metre, en derin yeri 300 metreye yaklaşıyor. Bolivya ve Peru arasında. Gölün Peru kısmında, Puno’ya yakın Uros denilen, sazlardan yapılmış, yüzen yapay adalar mevcut. Bu adaların üzerinde sazdan yapılmış kulübeler var. Bolivya’ya ait kısmında ise Güneş ve Ay Adaları var.

23 Ekim sabahı saat 07.00’de yola çıkıyoruz. 10.30’da Bolivya sınırındayız. Patates, mısır, coco ülkesine veda ediyoruz. Nazca, Machu Picchu, İnkalar anılarımızda kalacak.

 

Yorumunuzu Buraya Yazabilirsiniz

Yorumunuzu Giiniz
Please enter your name here