misir-nilde-gemi

Sonsuza kadar devam ediyormuşçasına etrafınızda akan Nil, iki tarafında zaman zaman tapınaklar, yerleşim merkezleri, şehirler, tarım alanları, palmiyeler, muz ağaçları zaman zaman da uçsuz bucaksız çöl görüntüleri. Geminin içinde eğlenceli bir sosyal yaşam ve yanınızdan geçen diğer gemiler. Gece uçsuz bucaksız gökyüzü, pırıl pırıl yıldızlar ya da Nil’in kenarındaki şehirlerin ışıl ışıl görüntülerinin film şeridi gibi akması.

Hani çocukken yatmadan önce büyüklerin anlattığı masalları dinlerken uykuya dalarsınız da; gördükleriniz rüya mı, dinlediğiniz masalın görüntüleri mi tam kestiremezsiniz ya, Nil’de gemi yolculuğu böyle bir şey.

Yunanlı tarihçi Heredotos “Mısır Nil’in hediyesidir. Nil vadisi iki tarafı engin, uçsuz bucaksız çıplak çölle kaplı dar bir yeşil şerittir.” demiş. Gerçekten de Mısır Nil’in etrafında hayat bulmuş tarih boyunca.

Meraklısına; Nil, Akdeniz’e dökülen ve üç kolu bulunan dünyanın en uzun nehri, farklı kaynaklarda değişik ifade edilmekle birlikte 6-7.000 km uzunluğunda bir nehir. Tarih boyunca Nil havzasında, etrafındaki verimli topraklar (Nil’in yoğun aktığı ve taştığı dönemlerde getirdiği alüvyonlu toprak çölün ortasında tarım imkanı sağlamış), nehir akıntısının taşımacılığa imkan vermesi nedenleriyle yerleşim olmuş. Günümüzde Mısır, Sudan, Burundi, Kongo Cumhuriyeti, Tanzanya, Kenya, Uganda, Etiyopya Nil havzasının etrafında kurulmuş devletler.
Farklı süreleri ve güzergahları olan Nil’de gemi turları var. Benim katıldığım, Luksor- Aswan arasında beş gün süren ve yol üstünde farlı tapınakların gezilerek, Antik Mısır tarihini ve kültürünü görmeye yönelik bir geziydi. Aşağıdaki yazıda tapınakları tanıtmaya çalıştım, bunların mitolojik hikayelerine ise meraklısına bölümlerinde yer verdim. Ayaklarınızı güverte demirlerine dayayıp, çayınızı kahvenizi yudumladığınızı hayal edin ben de gördüklerimi anlatayım size.

Hurgada Havaalanı’nda indikten sonra Luksor’a otobüs ile giderken; rengarenk begonvillerin, devasa palmiye ağaçlarının çevrelediği yollardan geçiliyor ve ilk durağımız Karnak Tapınağı.

Karnak Tapınağı
UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan dünyanın en büyük tapınaklarından biri olan Karnak Tapınağı, Luksor şehrinin 2,5 km kuzeyinde ve içerisinde birçok tapınak barındırıyor. Granitten yapılmış duvarlar, sütunlar, heykeller var bu açık hava tapınak kompleksinde.

Eski Mısır anıtları, ebediyen varlıklarını sürdürmek üzere tasarlanmış ve taştan yapıldığı için kalıcı olmuş. Ayrıca, doğal kayalara ya da levhalara yapılan işaret ve yazılar Mısırlıların kayıt tutma tutkularını göstermekteymiş.

Binlerce yıl önce yapılmış tapınaklardaki matematik- mühendislik-mimarlık bilgisi ve kullanılan devasa taşlar, geçmişte nasıl bir medeniyetin hüküm sürdüğüne ilişkin kafaları karıştırıyor. Bu resimde göreceğiniz bölümde, biraz ipucu verilmiş yapım tekniğine dair; kerpiç duvarlar taş duvarların yanında yükseliyor, yani bir iskele sistemi kuruluyor, taş yapı bitince de bu geçici kerpiç duvarlar yıkılıyormuş.

Meraklısına; Karnak Tapınağı’nın içinde; Amon-Ra’nın Büyük Tapınağı, Khonso Tapınağı, Ipt Tapınağı, Ptah Tapınağı, Montho Tapınağı ve Osiris Tapınağı bulunuyor. Tapınak, 800 metre genişliğinde ve 1,5 km uzunluğunda bir alana inşa edilmiş. Mısır tarihi ve mitolojisi hakkında önemli bilgiler veren Karnak’ta, şimdiye kadar 8,000 adak taşı, 450 heykel ve 10’a yakın sfenks keşfedilmiş. Tapınak kompleksinin, güney yönündeki 8 hektarlık alanda, halen arkeolojik kazılar sürmekteymiş.
Mısır mitolojisinde çok sayıda tanrı bulunuyormuş. Kaz ile sembolize edilen Tanrı Amon’un (tek Tanrılı dinlerde yer alan amen ve amin kavramlarının bununla ilgisi var mı acaba?) yaratıcı ilk Tanrı olduğuna inanılıyormuş. Diğer bir mitolojik Tanrı ise güneş ile sembolize edilen Ra imiş. Bu iki Tanrının gücünü birleştirmesi ile oluşan Tanrıların Kralı Amon-Ra ise en güçlü Tanrı imiş. Firavunlar, bu tanrıların oğlu olarak tanımlıyormuş kendini. Sembolize edilen hayvanların gücünü ve özelliklerini taşıdıklarına inanılıyormuş.

Amon rahiplerinin “Cennetin en büyüğü, dünyanın en eskisi” diyerek her gün ilahiler okudukları, Tanrı Amon inancının merkezi olan devasa yapıların merkezine ulaşmak için ilk önce Amon Tapınağı’nın girişindeki, iki yanında aslan gövdeli ve koç başlı sfenkslerin bulunduğu caddeden yürümeye başlıyorsunuz.

Daha sonra, yanında kendinizi ufacık hissettiğiniz sütunların, heykellerin arasından geçerek ilerliyorsunuz. Sütunların, duvarların üzerindeki resimler, semboller ve yazılardaki detayları anlamaya çalışırken, daha sonra bütün Eski Mısır Tapınaklarında da görülecek olan aslında bir tür devlet resmi arşivinin içinde dolaştığınızı fark ediyorsunuz. Algıladıkları gerçekleri ya da yansıtmak istedikleri imajları resmetmişler gibi geldi bana.

Devasa sütunların yanında durup yukarı baktığınızda, arasından geçtiğiniz sütunları birbiri üzerine eğilip sallanarak, gökyüzüne ulaşmaya çalışan ağaçlara benzetebilirsiniz. Bu sütunları birbirine bağlayan ara bölümlerde bile kartuş denen küçük dikdörtgenlerin içinde firavun isimleri ve semboller semboller.

Ramses’in dev heykeli, sütunlar arasındaki heykeller, gökyüzüne uzanan ve üzeri semboller ile dolu olan dikili taş arasında hayranlık ile dolaşırken; iktidarların mimari ile ilişkisinin tarihin her döneminde var olduğunu da düşünebilirsiniz, iktidarın dayandığı referansları mutlaka kalıcı yapıtlar ile gösterme isteğinin ya da ihtiyacının olduğunu da. Muhtemelen emek yoğun çabalar ile yapılmış bu eserler, belki de iktidar ile tebaa arasındaki ilişkiyi de yansıtmakta.

Gemilerin yan yana demirlediği limanda, kendi geminize geçmek için bazen birkaç geminin içinden geçmeniz gerekiyor. Turizmin yoğun olduğu dönemlerde bu sayı çok daha fazla olabiliyormuş.

Limanın hemen arkasında, Winter Palace ihtişamlığı şıklığı ile görülüyor. İngiliz egemenliğinde bulunulan dönemde, İngiltere’nin kışın soğuk ve nemli olan iklimine alternatif, kralın kışlık sarayı olarak kullanılmış, şimdi ise lüks bir otel.

Agahta Christie’de bu otel de kalmış ve Nil’de Ölüm romanını burada yazmış. Otelin içi yılbaşı öncesi süslenmişti. Otelin içindeki koridor girişinde bulunan tabelalarda, kıyafet zorunluluğu olduğu belirtiliyordu. Gözünüzü kapatsanız; geçmişte piyano, keman sesleri arasında dans eden smokinli erkekler, tuvaletli kadınlar görecekmişsiniz gibi bir mekan. Ama normal bir gezgin iseniz burada konaklamanız zor.

Luksor Tapınağı

Luksor Tapınağı, Karnak Tapınağı’ndan 3 km uzaklıkta ve geçmişte bu iki tapınak arasında sfenksli yol bulunuyormuş. Güneş battıktan sonra gittiğinizde, ışıklandırma nedeniyle daha da mistik hatta ürkütücü hissedeceğiniz bu tapınak, MÖ 1400 ler’de yapılmış, yıllarca çöl toprakları altında kalmış, üzerine şehir kurulmuş. 19. Yüzyılda arkeolojik kazılar sırasında ortaya çıkarılmış. Tek bir tanrıya ya da firavuna adanmamış bir tapınak burası, Mısır firavunları ve sonrasında İskender’e taç giydirildiği düşünülen kilise bölümü var. Bir de 13. Yüzyılda yapılmış cami var kalıntıların üzerinde.

Meraklısına; tapınağa 24 metre yükseklikteki pilondan giriliyor. Pilon (anıtsal giriş) cephesinde 4 tane oturan, 2 si ayakta duran büyük boy 6 adet Ramses heykeli bulunmaktaymış geçmişte. Günümüzde tahtta oturur şeklindeki iki heykel, girişin sağında ve solunda yer alıyor. Pilon cephesi, boydan boya II. Ramses’in zaferlerine ait tasvir ve yazılarla süslenmiş. Pilon’dan sonra II. Ramses denen büyük avluya giriliyor. Burası kapalı lotus başlıklı sütunlar ve aralarında yeralan osiris heykelleri ile çevrili.
Avludan sonra güney yönüne dönülünce, koridor şeklinde uzanan açılmış papirüs başlıklı 52 metre yüksekliğinde 14 devasa sütun çift sıra halinde sizi 2. büyük avluya ulaştırıyor. III. Amenhotep’e ait olan bu sütunların üzerine Tel Amarna’daki aten inancını terkederek Teb’ e gelen ve amon inancını kabul eden Tutankhamon tarafından, bu dönüşümü kutlamak için süslemeler yaptırılmış. Devam edince klasik Roma sütun başlıkları ve Roma kutsal mekanı, doğum odası, Büyük İskender’e ait dar ve karanlık kutsal mekanlar görülebiliyor.

Orta krallık döneminden kalma orijinal, küçük bir tapınağın üzerine yerel bir Şeyh tarafından 13. yy’da inşa ettirilen Abu Al-haggag camii ilginç bir tezat oluşturuyor.

Karnak ve Luksor tapınaklarını birbirine bağlayan 3 km.’lik yolun sfenksli olan önemli bir bölümü pilon duvarı karşısında görülebiliyor. Ama iki tapınağın arasında yıllar içinde şehir kurulduğundan, bu yolun tamamı binaların yolların altında muhtemelen.

Luksor Tapınağının önünde geçmişte ikiz dikilitaş bulunuyormuş. Şimdi sadece bir tanesini görüyorsunuz. Diğerinin hikayesi ilginç! Fransızlar, bizim Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa olarak pek hayırla yad etmediğimiz Osmanlı Paşasından bu dikili taşı istemişler. Paris’de Concorde Meydanı’nda yer alan dikili taş buradan gönderilmiş. Karşılığında hediye olarak Kral Louis- Philippe bir meydan saati göndermiş. Ama yolda ya da, taşınırken mi sorun olmuş, yoksa zaten bozuk saat mi gönderilmiş bilinmez, saat çalışmıyormuş. Bu meydan saati halen Kahire’de Mehmet Ali Paşa Camisi’nde yüksek bir saat kulesinde çalışmadan duruyor. Mısırlılar “bir bozuk saate, dikili taş verdik” diye halen hayıflanmaktaymış rehberimizin anlattığına göre.

Roma döneminden başlamak üzere, Luksor’da bulunan dikili taşlar dünyanın her yerine gönderilmiş. İstanbul Sultanahmet’te bulunan dikili taş da MS. 4. Yüzyılda Mısır’dan getirilmiş.

Ertesi gün sabah yolculuk otobüs ile Krallar Vadisine.

Krallar Vadisi

Vadinin içinde küçük lokomotifler ile mezar alanına gidiliyor. 62 tane kral mezarının bulunduğu bu vadiye girerken aldığınız bilet ile üç mezarı ziyaret edebiliyorsunuz. Girdiğiniz mezarın kapısında biletiniz deliniyor. Tutankhamon mezarına girmek için ayrı bilet, fotoğraf çekecekseniz de ayrı bir bilet alacaksınız. Biletiniz olmadan resim çektiğinizi görevliler görürse, makinenizi alıyorlar ya da resmi siliyorlar. Yani biletiniz yoksa resim çekmek gerilimli bir iş.

Firavunlar Kahire yakınlarında yaptırdıkları piramit mezarların soyulduğunu görünce, bu vadiyi mezarlık alanı olarak kullanmışlar. Burası bir ölüm kenti ve hiç yeşillik bulunmayan ıssız kayalıkların olduğu vadide ölümün ürkütücü kokusunu duyuyorsunuz.

Kayaların altı oyularak oluşturulmuş bu mezarlara giriş kapısından girince uzun bir koridorda ilerliyorsunuz.

Bu koridorun yan duvarları ve tavanında ölüm yolculuğunun resmedilmiş sembollerini görüyorsunuz. Ölümden sonraki hayatı ve ölüm sonrası kayıkla yapılan yolculuğu gösteren resimler var. İyilik ve kötülüğün tartıldığı tartı resimleri ve hiyeroglif ile yazılmış yazılar baş döndürücü. İçerde ölüm yolculuğunu hissettiren atmosferi bozan şey ise biletsiz resim çekiyor musunuz diye dolaşan görevliler.

Sonra mumyalanmış bedenin konulduğu devasa lahitlerin (içi boş) olduğu odaya geliniyor ve duvarlarda ölüm yolculuğu resimleri devam ediyor. Bu mezarlara, ölüm sonrası hayatında kullanılmak üzere; ölü ile birlikte tüm eşyaları da konuluyormuş. Hatta hizmetçileri, var olan hayvanları, bol miktarda da yiyecek! Bu vadideki biri hariç tüm mezarlar soyulmuş olduğundan boş mezarı geziyorsunuz. Sadece Tutankhamon’un mezarında mumyası var, bu mezardan çıkan diğer tüm malzeme Kahire Müzesinde sergileniyor. (Öyle böyle değil, neredeyse Kahire Müzesi’nin ikinci katın büyük kısmında bu mezardan çıkan eşyalar görülebiliyor)

Meraklısına; Tutankamon’un mezarını 26 kasım 1922 de Mısır bilimci İngiliz Howard Carter ve üç arkadaşı Krallar Vadisindeki kazı sırasında bulmuşlar. Çalışmaları, sponsor Beşinci Carnarvon Kontu George Herbert finanse ediyormuş.
Mezarda, iç içe geçmiş dört altın varaklı mabet ve bunların ortasında, iç içe yuvalanmış üç tabut bulunmuş. Dıştaki iki tabut altın varaklı ağaçtan, en içteki üçüncü tabut som altından imiş. Her tabutun içinde muskalar ve ritüel nesneleri bulunmuş. Bu görkemli mezardan çıkan tüm eşyaları ve tabutları Kahire Müzesi’nde gördüm, inanılmazdı.
Eski Mısır araştırmacısı Toby Wilkinson’a göre; kral mezarları, kral ile birlikte gömülen eşyaları ve onun etrafında toprağa verilen hizmetkarları aracılığı ile, firavunların krallık törenlerini ebediyen yönetmesini olanaklı kılmak için tasarlanmış.
Qurna köyü, krallar vadisindeki tüm firavun mezarlarının inşasının yapıldığı eski bir köy. Zamanla bu köyün altında kalmış mezarlar, yani evinin altını kazan köylüler çok sayıda eski materyal bulmuş, bunlar şimdi dünyanın her yerinde…

New Qurna köyü ise bu eski köyün devamı. Burada onix taşlara oyulmuş hediyelik eşyalar ve boyanmış taş levhalar yapılıp satılıyor. Mağaza girişinde küçük bir gösteri de yapıyorlar turistlere. Mağazada bol miktarda hediyelik eşya var. Fiyatlar üzerlerinde yazılı ama tüm Mısır’da olduğu gibi son fiyat (ahir kelam) pazarlık ile belirleniyor.

Kraliçeler Vadisi- Hatşepsut Tapınağı

Kayalık bir yamacın eteklerine kurulmuş bir tapınak burası. Anıtkabir’in mimarisinin buradan esinlenmiş olduğu iddia ediliyor. Üç katlı ve her kat taraçalardan oluşuyor. Hatşepsut’un MÖ. 1479- 1458 yılları arasında hüküm sürdüğü tahmin ediliyor. Hatşepsut Mısır’ın ilk ve tek kadın firavunu, üvey oğlunun yerine tahta çıkmış ve 22 yıl ülkeyi yönetmiş.

Kral gibi giyinip, takma sakal takıyormuş, tapınak girişindeki heykellerde de sakallı tasvir edilmiş. Hüküm sürdüğü dönemde imar faaliyetlerine önem vermiş, ticaret yolları sayesinde ülke bolluk ve barış dönemi olmuş.

Meraklısına; Hatşepsut bir firavun kızı. Hatşepsut’un annesi iki kız doğurmuş ancak, sadece Hatşepsut hayatta kalmış. Babası erkek evlat istediği için başka biriyle evlenmiş ve o evlilikten bir erkek çocuk dünyaya gelmiş. Çocuğunun adını Thutmose koymuşlar. Bir hanedan geleneği olarak Hatşepsut, üvey kardeşi Thutmose ile evlenmiş. Hatşepsut’un babasının ölümünün ardından, tahta eşi Thutmose geçmiş. Hatşepsut bu evlilikden erkek çocuk doğuramadığından eşi Thutmose, Aset isimli bir dansözü kendine eş olarak almış (annesinin kaderi devam etmiş) ve oğlu olmuş. Ancak Thutmose, Hatşepsut’un gelecekte çocuğuna duyacağı düşmanlıktan korktuğu için, oğlunu Hatşepsut’un yetiştirmesini istemiş. Eşi Thutmose’nin ani ölümünden sonra, Hatşepsut üvey oğlunun yaşının tutmamasından dolayı hanedanlık geleneklerine göre yaşı tutan tek hanedan üyesi olduğu için naip ilan edilmiş. Böylece Hatşepsut naip ilan edilen ilk kadın firavun olmuş. Yalnızca erkeklerin firavun olabildiği Antik Mısır’da bir kadın olarak Hatşepsut olabilecek isyanları önlemek amacıyla erkek kıyafetleri giyermiş, törenlere takma sakalıyla katılırmış. Yaşının küçük olması nedeniyle hükümdar olamayan üvey oğlu III.Tutmosis, çeşitli entrikalara başvurarak, oldukça ciddi sayılabilecek bir taraftar topluluğu ile bazı isyanların çıkmasında rol oynamış. Hatşepsut, hanedanlığı boyunca akılcı ve barışçı bir yönetim sergilemesine rağmen, sırf bu isyanları bastırmak için ordusunun başında seferlere çıkmış. Somali ve Cibuti seferlerinde büyük başarı elde etmiş. Hatşepsut’tan sonra tahta geçen III.Thutmose üvey annesinden kalan izleri silmeye çalışmış. Daha sonra III. Thutmose vicdan azabı çekmeye başlamış ve bir zamanlar üvey annesinin çektirdiği dişin üzerine Firavun Hatşepsut yazdırarak, bunu ömür boyu yanında taşımış. Tutankamun’un mezarının bulunmasından beri yapılan en büyük arkeolojik keşif olarak belirtilen, Hatşepsut’un mumyası 1903 yılında ünlü arkeolog Howard Carter tarafından Krallar Vadisi’nde bulunmuş. Ancak, 2007’de yapılan DNA testlerinden sonra bu mumyanın bir kadına ait olduğu anlaşılmış. Bu testlerden önce erkek olduğu düşünülüyormuş. Başka bir mezarda bulunan bir diş üzerinde ise “Firavun Hatşepsut” yazıyormuş. Mumyanın da bir dişi eksikmiş ve diş yerine oturtulmuş.

Memnon Heykelleri

Firavun III. Amenhotep Mezar Tapınağı’nın (şimdi sadece taş kalıntıları arkada görülüyor) önünde yer alan ve tapınağın koruyucusu olduğuna inanılan, kuvars kum taşından yapılmış iki dev heykel, günümüzde resim çektiren turistlere fon oluşturuyor.

18 metre yükseklikte ve her biri 700 tondan ağır olan bu iki dev heykel, MÖ. 1350 de yapılmış.

Geçmişte şafak vakitlerinde bu heykellerden, arp sesine benzer melodiler duyulurmuş. Bu nedenle şarkı söyleyen Memnon denirmiş. Bu seslerin, taşların arasındaki açıklıktan geçen rüzgarın sesi olabileceği söyleniyor. Roma İmparatorluğu döneminde yapılan restorasyonlar ile bu çatlaklar kapatılmış ve sesler de yok olmuş.

Sabah yapılan tapınak gezilerinden sonra, gemi tüm öğleden sonra Nil’in eşsiz manzaraları arasında yolculuğuna devam etti.

Bu sırada ipler ile gemiye bağlanmış kayıklarda bulunan satıcılar, üzerinde antik Mısır sembolleri olan masa örtüleri satmaya başladı. Çok tehlikeli gibi görünüyor ama sanırım alışkın oldukları için satıcılar gayet keyifliydi. Önce masa örtülerini açıyor, sonra poşete koydukları örtüleri dört kat yukarıdaki güverteye atıyorlar. Yolcular almak isterse parasını veriyorlar.

Güvertede çay keyfi yapıp manzara seyrederken, insanların ekmek parası için belki de hayatlarını tehlikeye atarak, satış yapmaya çalışması beni huzursuz etti. Ama 20 dolar verip bu örtülerden de almadım.

Bu arada gemi Edfu’ya vardığında gece olmuştu ve rengarenk sahil manzarası yeniden masal dünyasına çağırıyor ve gerçeklikten koparıyordu insanı. Edfu’nun gecesinin gündüzünden daha güzel olduğunu ertesi gün anlayacaktım.

Sabah dört kişinin oturabildiği, payton at arabası arası taşıtlar ile Edfu’nun içinden geçip Tapınağa gittik. Yolculuk enteresandı! Pek temiz olmayan bu taşıtlarla yolculuk sırasında paytona asılıp para isteyen çocuklar ve fakirliği belli olan kentin sokakları, geçmişte burada yapılmış muhteşem tapınak ile tezat teşkil ediyor gibiydi. 

Edfu Tapınağı

Şahin Tanrı Horus Tapınağı

Şahin Tanrı Horus’a ithafen yapılmış bu tapınakta, dış duvarlardan geçince revaklı avluya giriliyor. Etrafınızda lotus çiçekli sütunlar, karşınızda tapınağın giriş duvarı, duvarda dev resimler ve kapı girişinin yanlarında şahin başlı tanrı heykelleri. Bu avlu geçmişte halkın girebildiği bir alan, halk burada tapınağa hediyelerini sunuyormuş.
Avludaki kapıdan içeri girdiğinizde, sizi kutsal alana götüren on iki sütunlu bir bölüm var. Kutsal alana ise sadece Firavunlar ve din adamları girebiliyormuş. Bu bölümde Tanrı Horus’un ve başka tanrıların heykelleri bulunuyor. Tabi ki tüm duvarlarda boş yer yok, her yerde hiyeroglif ile yazılar, semboller ve resimler kazınmış.

Buradaki tanrı heykelleri geçmişte özel kutlama dönemlerinde diğer tapınaklara götürülüp, dişi ve erkek tanrıların birleşmesi sağlanıyormuş.

Tapınağın dış duvarları ile koruma duvarı arasında da labirent gibi koridorlarda yürüyorsunuz. Üstü açık bir alan ama her tarafınızda neredeyse gökyüzüne kadar yazılar, resimler, semboller.

Edfu tapınağı uzun süre toprak altında kaldığından iyi korunmuş durumda. MÖ. 237 yılında yapımına başlanmış ve MÖ. 57 yılında yani 180 yılda bitirilebilmiş.

Meraklısına; Firavun Osiris’i, kötülük tanrısı olan kardeşi Seth öldürmüş ve 14 parçaya bölerek parçaları değişik yerlere dağıtmış. Osiris’in karısı İsis bu parçaları bulmuş ve büyü gücü sayesinde birleştirmiş. Horus bu ikisinin çocuğu imiş.
Horus; Osiris ve İsis’in oğlu olup, şahin başlı atmaca kanatlı bir tanrı imiş. Sağ gözü güneşin, sol gözü ise ayın simgesi imiş. Şahin gözlü bu Tanrı, insanların yaptığı her şeyi, gece ve gündüz her zaman görebiliyormuş. Horus’un bakışlarının koruyucu ve iyileştirici gücü de varmış. Aslında manevi anlamda vicdanın gözünden hiçbir şeyin kaçmayacağını, insanın iç dünyasındaki her düşüncesini ve yaşamındaki her davranışını bilen ve sizi izleyen bir yargıcın keskin gözü imiş Horus’un gözü.
İllümünati sembolleri ile ilişkilendirildiğinden bu göz sembolü ürkütücü gelse de, gündüz güneş, gece ay bilgeliğinde/ışığında Ra ve Horus her şeyi görüyor ise kötülere gereğini yapıyordur umalım.

Kom Ombo

Nil’de öğleden sonra devam eden yolculuk, akşam üstü Aswan’a 50 km. uzaktaki Kom Ombo’ya götürüyor bizi. Burası altın tepesi olarak da anılan ve önemli bir tapınağı barındıran bir tarım kenti imiş.

Horus ve Sobek isimli iki tanrıya adanmış bu tapınak daha gemideyken görülüyor ve asilce selamlıyor sizi.

Tapınağa giriş yolunun iki yanında kafeler var bu kafelerde yerel sanatçılar kıvrak müzik ritimleri ile sizi karşılıyor.

Geniş ve dik merdivenleri tırmanarak, tapınağın olduğu düzlüğe vardığınızda geniş bir avluya giriliyor.

Şahin bakışlı ve atmaca kanatlı Tanrı Horus (iyi ve kötüyü gören ve korucu olan) ile insan vücutlu timsah başlı Tanrı Sobek (Nil’in ve dünyanın yaratıcısı) adına yapılmış olan bu tapınakta her şey simetrik.

Burada rehberimiz Mısır’da MÖ. 3000 lerden beri kullanılmakta olan bir takvim sistemini anlattı. Üç mevsim ve her mevsimde dört ay varmış, her ay da otuz günden oluşuyormuş.

Tapınak Nil seviyesinden yukarıda bulunuyor. Bu resimde görülen nilometre denen, derin kuyu sarmal basamaklardan oluşuyor. Nil taştığında buradaki ölçüleme ile taşmanın düzeyi belirleniyormuş. Bu düzeye göre, sonraki dönemde tarımsal verimin nasıl olacağı tahmin ediliyormuş. Bu bilgi ise vergi oranlarının belirlenmesinde kullanılıyormuş. 5000 yıl önce sağlam devlet yapısı kurulmuş anlaşılan.

Bu tapınak bir tür şifa merkezi- bilimler akademisi gibi bir işlev görmüş galiba. Duvarlarda tıp cihazlarının çizimleri bulunuyor. Yukarıdaki resimde hala günümüzde de kullanılan tıbbi cihazların resimleri var; makaslar, bistüriler, küretler resmedilmiş. El yıkamak için kullanılan ayaklı lavabo ise hijyene verilen önemi gösteriyormuş.

Ayrıca doğum yapan kadınların kullandığı oturak resmedilmiş.

Sonra gökyüzüne yükselen ve her tarafı resimleri ile dolu sütunlar, etrafınızdaki resim ve hiyeroglifler ile işlenmiş duvarlar arasında gezerken; Nil üzerinden güneşin batışını da izleyerek masal dünyasının sanal görüntüleri mi, gerçeklik mi ayırt edemediğimiz duygular içinde tapınaktan çıktığınızda, gerçek dünyaya dönüyorsunuz. Her yanınızda satıcılar satıcılar…

Tapınak MÖ.1450 lerde Tuthmois ve Kraliçe Hatşepsut zamanında yapılmış bir tapınağın üzerine, MÖ.205-180 senelerinde Kral Ptolemy tarafından inşa edilmiş.

Aswan

Gece Nil’de yolculuk devam ediyor Aswan’a doğru. Rengarenk ışıkları ve bunların suya yansıması ile modern bir şehir görüntüsü var burada.

Burası da dünyanın en büyük hidroelektrik santrallerinden biri olan Aswan barajı. Geniş güvenlik önlemleri içinde arandıktan sonra girdik baraja, objektifli kameralar ile resim çekmek yasaktı.

Meraklısına; Aswan barajı Mısır’ın siyasal ve ekonomik tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuş. 1898 yılında başlayan ve 1902 de tamamlanan ilk baraj, İngilizler tarafından yapılmış. Yukarı baraj (resimde görülen) ise, Cemal Abünnasır döneminde ülkedeki gelişim hamlesi için düşünülmüş. Ancak kredi bulunamamış ve soğuk savaş döneminde Rusların kredi ve teknik destek sağlamasıyla, 1960’da barajın yapımına başlanmış,1970 yılında baraj bittiğinde Mısır ülke ihtiyacından fazla elektrik üretir ve komşu ülkelere satar hale gelmiş. Ancak, binlerce yıldır verimli olan topraklar nedeniyle yaşam merkezi olan Nil artık taşmadığı için çevrede tarım azalmış, iklim değişmiş, gübre kullanımına başlanmış. Sulama ve elektrik üretiminde kullanılan barajın yapılması, iyi mi, kötü mü olmuş nereden baktığınıza göre değişiyor.
Ayrıca baraj yapılırken bazı tapınaklar ve eserlerde su altında kalmış. Philae Tapınağı’da sular altında kaldığı için UNESCO desteği ile Agilkia Adası’na taşınmış. 

Philae Tapınağı

Bu tapınak, MÖ. 690- 671 yıllarında Tanrı Kral Osiris’in eşi İsis adına yaptırılmış Philae adasına. Hatırladınız umarım İsis’i… Tanrı Horus’un annesi. Öldürülen ve 14 parçaya bölünen eşini birleştirerek diriltmişti. 14 üncü parçanın bulunduğu Philae Adası’na yapılmış bu tapınak.

Tapınak giriş avlusunun etrafında zarif sütunlar arasından yürürken karşınızda tapınak duvarlarında, dev resimler görülüyor.

Duvarda Tanrı Horusun resimleri dikkat çekiyor.

Tapınak sonraki dönemlerde Hristiyanlar tarafından da kullanılmış. İçerideki duvarlarda hiyerogliflerin arasında haç sembollerini de görmek mümkün.

Tapınağın iç kısmında duvarlar tavana kadar semboller, resimler ve yazılar ile dolu. Geçmişte bu tapınağı ziyaret eden gezginler de duvarlara isimlerini kazımışlar. Kim bilir, belki onlar da Antik Mısır’lılar gibi kalıcı işaretler bırakmak istemişler fani dünyaya, ya da “ben buradaydım” demek istemişlerdir, günümüzde elimizdeki telefonlar ile her taşın önünde resim çektiren bizlerin de durumu farklı değil sanki.

Kaplumbağa terbiyecisi resmi ile hatırlayacağınız Osmanlı dönemi arkeologlarından İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin kurucusu Osman Hamdi Bey de buraya uğramış ve ismini kazımış duvara dediler, ama aynı kişi mi bilemedim.

Tapınağı gezdikten sonra motorlara binmeden önce, adadan Nil’i seyrederek küçük kafelerde çay kahve içebiliyorsunuz.

Philae Tapınağı
Fellucca denen ve rüzgar gücü ile yelkenlerinin yön değiştirmesi sayesinde hareket eden teknelere binip, yarım saat gittikten sonra inip, motorlu teknelere bindik ve yaklaşık bir saat Nil üzerinde etrafı seyredip bol resim çekip, hatta çölün efendisi deve kervanlarını görüp, Nubian köyüne yaklaşınca (Afrika’nın epey derinlerindeyiz artık) rengarenk binalar görülmeye, neşeli insan sesleri duyulmaya başladık.

Nubiler ya da Nubailer; Güney Mısır ve Kuzey Sudan bölgesinde Nil vadisi boyunca uzanan tarihi bir bölge ve yerleşim yeri olan Nubiya’da yaşayan Nil-Sahra dilleri konuşan yerli bir etnik grupmuş. Özellikle Aswan’da turistlere yönelik el işi ürünler satarak, turistik fellucaları işleterek geçimlerini sağlıyorlarmış.

Bu köyün içinde gezerken; şirin sıcakkanlı insanlar günlük yaşamlarını mı sürdürüyor, dekorlar önünde turistler için piyasa koşulları gereği poz mu veriyor tam kestiremedim.

Küçük köy okulunda genç bir öğretmen Arap alfabesinin harflerini ve sayıları bize öğretmeye çalışarak bir gösteri yaptı, sonrasında okulun bahşiş kutusuna attığımız paraların nereye gideceğini tam kestiremediğim için huzursuz oldum açıkçası.

Köyün içinde, taş havuzlarda yarı uyuşuk timsahları görebileceğiniz ve çay içebileceğiniz dükkanlar var. Sokaklarda ise develerin üzerinde gezen turistleri görmek mümkün.

Köyün sokaklarında; değişik baharatların, otların, hediyelik otantik eşyaların satıldığı bir çok dükkan var, hatta sokaklara taşmış dükkanlar bunlar.

Hava kararmak üzereyken ayrıldık köyden. İlginç Afrika görüntüleri ile kalacak hafızamda, ama her türlü yerelliğin piyasa koşullarında paraya dönüştürülmesi çabalarının insanları da dönüştürmüş olması ve bakışlarındaki sıcaklığı yok ettiğini, başka hiçbir alternatiflerinin de olmadığını düşünmek üzdü beni. Hatta zaman zaman, filmlerde gördüğümüz; yerlilere acıyarak yardım eden, ancak kendini üstün gören beyaz adam sahnelerini düşünüp utandım, beş yıldızlı gemiye binmek üzere motorlara binerken.

Motor Aswan’a yaklaştığında, rengarenk ışıkları ile modern liman şehrinin şık görüntüsü bir saat önce bulunduğumuz yoksul köyün hissettirdiklerinin gerçekliğinden uzaklaştırdı. Aklımda geminin kuyumcusuna sipariş verdiğim, “kartuş” denen ve ismimin hiyeroglif harfleri ile yazıldığı kolyeyi bir an önce alma düşüncesi vardı. Son geceydi Nil’de ve vedalaşırken; “ölmeden önce görülmesi gereken yerler listesine” Nil’de gemi yolculuğu kesin girer diye düşündüm.

MÖ. 2950 yılında, Mısır’ın birleşmesi ile dünyanın ilk ulus devleti olarak kurulan ve üç bin yıl ayakta kalan (roma yaklaşık bin yıl) bu Devlet, Cleopatra dönemi ile son bulmuş.
Nil’in gizemli görüntüleri ile birlikte, bu muhteşem Devletin izlerini sürmek ve Firavun uygarlığını tanımlayan kutsal kral öğretisinin ihtişamlı eserlerini görmek isterseniz, gidin Nil’e, inanın döndüğünüzde daha farklı bakacaksınız dünyaya.

Kaynakça;
Eski Mısır,  Toby Wilkinson
http://www.misirkultur.net/tr/ Mısır Arap Cumhuriyeti Isır Kültür ve Eğitim İlişkileri Merkezi
http://luksor-tapinagi.nedir.org/

Bazı fotoğraflar Yücel Tanyeri’den

1 COMMENT

  1. 2019 yazında ben de ziyaret ettiğimde görevlilere Osman Hamdi Bey’in adını nereye kazıdığını sorduğumda bilmediklerini söylediler.
    Aklımı kurcalayan Osman Hamdi Bey’in fotonuzda yazan tarihlerde Mısır’da bulunduğuna dair bir bilgi bulamadım. Osman Hamdi niye adını ‘A. Hamdy’ diye yazmış?
    Siz fotonuzu hangi konumda çektiniz? Bir daha detaylı bir Mısır turuna çıkınca görmek isterim.

Yorumunuzu Buraya Yazabilirsiniz

Yorumunuzu Giiniz
Please enter your name here