Zengin ve güzelin belalısı çok olurmuş….,

M.Ö. 7000 yıllarından beri yerleşim olan ve farklı tarihi dönemlerin katman katman izlerini görebileceğiniz, ender ülkelerden biri Lübnan. Farklı din ve kültürel yaşamların yan yana yer aldığı, çölü olmayan (yani deve falan görmeyi beklemeyin) küçük bir Doğu Akdeniz ve Ortadoğu ülkesi. Yazar Amin Maalouf’un, Halil Cibran’ın, şarkıcı Feyruz’un ülkesi.
Lübnan’ı gezmeye  başlamadan önce Beyrut şarkısını dinlemek isterseniz….
Lübnan’a gitmeden önce Feyruz’u dinlemek, Amin Maalouf’un Doğudan Uzakta kitabını okumak ve Batı Beyrut filmini izlemek sizi bu gizemli yolculuğa hazırlayacaktır.

Ayrıca Amin Maalouf ‘Doğu’dan Uzakta’ kitabı ve Yönetmen Ziad Doueiri’nin ‘Batı Beyrut’ Filmini izlemenizi önerebiliriz.

Ülkede tüm alışverişlerinizde dolar kullanabiliyorsunuz. Ancak para üstünü yerel para olarak veriyorlar. Sonra hatlar karışıyor, mesela 3 dolarlık bir magnet alıp 5 dolar verirseniz para üstünü Lübnan parası ile veriyorlar, az sonra aynı yerden 2 dolarlık alışveriş yapıp elinizdeki yerel parayı verdiğinizde yetersiz olduğunu söyleyip üstüne para istiyorlar. Aynı miktarı iki kez çapraz kurla çevirdiklerinden zararlı çıkıyorsunuz.
 
Ülkede gezdiğim yerleri anlatmadan önce, kısaca Lübnan’ın tarihine ve siyasi gelişmelerine yer verilen aşağıdaki bölüm meraklısınadır.Lübnan gezi rehberini hızla okumak isterseniz yazıda meraklısına başlıklı bölümleri atlayabilirsiniz. Eğer bu farklı ülkeyi tarihi, politik, ekonomik yapısı ile daha yakından tanımak isterseniz meraklısına bölümünü özellikle okumanızı öneririm. 
 
Meraklısına; Lübnan güneyinde İsrail, doğusunda ve kuzeyinde Suriye’nin yer aldığı bir Akdeniz ülkesi.     
Başkenti Beyrut, konuşulan diller; Arapça, Fransızca, Ermenice. 26 Kasım 1941 de kurulmuş. Ama 22 Kasım 1943 de tanınmış. Nüfusu yaklaşık 5 milyon, nüfusun % 93’ ü Arap, % 6’sı Ermeni, küçük bir kısım kendini Fenikeli olarak tanımlıyor.
Halkın yaklaşık % 59.7’sinin Müslüman, % 39’unun Hristiyan, % 1.3’ünün Dürzi olduğu tahmin edilmekte. Sünni Müslümanlar batıda kıyı kesiminde, Şii Müslümanlar güneyde ve Bekaa vadisinde, Katolik Maruniler Lübnan dağlarında, Dürziler Lübnan dağlarının orta kesiminde, Ortodoks Rumlar kıyı şehirlerinde, Katolik Ermeniler güneyde kırsal kesimde yaşamakta. Beyrut ise tüm unsurların yer aldığı kozmopolit bir şehir.
Arkeolojik kazılarda, Byblos şehrinde 7000 yıl önce balıkçı topluluklarının yaşadığına rastlanılmış. Ülkenin kayıtlı tarihi ise M.Ö. 3000-2500 yılları arasında Fenikeli’ler ile başlatılıyor. Fenikeli’ler ticaret erbabı bir kavim. Ticareti kolaylaştırması için alfabe üretip yazıyı kullanmışlar. Sağdan sola yazılan ve harfleri sonraki alfabelere temel teşkil eden bir yazı.
Sonra Mısır, Asur, Babil, Pers, Makedonya, Roma İmparatorluğu, Maronit Arapları, Emevi’ler, Abbasi’ler, Selçuklu’lar, Eyyubi, Haçlılar, Memluk’lar ve Osmanlı İmparatorluğu hüküm sürmüş.
1.Dünya Savaşı sırasında, Fransızlar’ın Lübnan dağlarındaki Katolik Marunit’lerin koruyuculuğu gerekçesi ile bölge Fransa’nın kontrolüne girmiş. Fransız kontrolünün diğer bir gerekçesi  de Osmanlı’nın son yıllarında Fransız şirketlerinin demiryollarına, limanlara ve ticarete büyük yatırımlar yapmış olmalarıdır.  Ayrıca Ortadoğu’daki İngiliz etkisine karşı denge kurmayı gerektiren bir strateji  ihtiyacının da önemli olduğunu iddia ediyor kaynaklar.
Yani proje olarak Lübnan Devletinin kurulması böyle başlıyor.
Fransa, 1920 de Lübnan’ın yaratılması için eski Lübnan Dağı Mutasarrıflığına; Trablus, Sayda, Sidon, ve Beyrut kıyı şeridini ve verimli Bekaa Vadisini Suriye’den alıp Lübnan sınırları içine dahil ediyor. Yeminle bu yerlerin hepsini gördüm.
1932 yılında yapılan nüfus sayımına göre; yönetimde, dini grupların temsili esasına dayalı olarak Fransa kontrolünde hazırlanan Milli Pakt belirleniyor. Parlamentoda her altı Hristiyan milletvekiline karşılık beş Müslüman milletvekili oluyor.
1941’de kurulan Devlet 1943’de tanınıyor. Yıllar içinde İsrail’den gelen Filistinli’ler ve başka nedenler ile dini grupların sayısal ağırlığı değişse de idari yapıdaki temsilin değişmemesi ülkeyi iç savaşa götürüyor. 1975-1990 arasında süren iç savaş siyasi ve ekonomik iç sebeplerden olduğu kadar, bölgedeki dış dinamiklerden de   kaynaklanıyor. (FKÖ’nün bu ülkede faaliyet göstermesi gibi.)
 
İç savaş bitmiş olsa da, Ortadoğu’daki  siyasi gerilimin yansıması bu ülkede de var. Askeri kontroller, etrafına kum torbalarının yığıldığı kulübeler yol üzerinde ve gezdiğimiz bir çok yerde vardı. Gitmeden önce; askeri kontrol noktaları başta olmak üzere, gözetleme kulesi, garnizon, askeri yasak bölge gibi yerler ile uçak, tank, top gibi harp silah araç ve gereçlerinin fotoğrafını asla çekmememiz konusunda uyarılmıştık. Kapalı bir grup ile Mayıs ayında yaptığımız Lübnan gezisi sırasında kurallara uyduk ve hiçbir sorun yaşamadık.
Beyrut’ta kaldığımız dört yıldızlı Bella Riva oteli çok merkezi bir konumdaydı. Yürüyerek iki üç dakikada deniz kenarına gidebiliyorduk. Otelin bütünü ve odalar, çok temiz düzenliydi. Odanın balkonunda deniz manzarası vardı. Otelin Beyrut’ta olması güneye, kuzeye ve doğuya yapılacak geziler için avantaj sağladı.
Beyrut 

Lübnan’ın başkenti ve 1950-70 yılları arasında Ortadoğu’nun gözbebeği (oryantalist bir tanımla doğunun Paris’i) imiş. Serbest ekonomi ve döviz sistemi,  konvertibl parası, banka hesaplarının gizliliğini sağlayan kanunları, çekici banka faizleri  Beyrut’u Arap zenginlerinin finans merkezi haline getirmiş. Ayrıca deniz ve havayoluyla dünyaya açılması; yabancı firma ve bankalar açısından Ortadoğu’ya girmek için ideal bir üs olmuş. Serbest liman bölgesi ile de Ortadoğu’nun en büyük antreposu ve serbest ticaret bölgesi olmuş.

James Bond filmlerinin de çekildiği bu dönemlerde Beyrut sokakları tuvaletli şık kadınlar, smokinli erkekler, benzerleri Paris’te görülen müzik dans show ve nigth club lerin, kumarhanelerin yer aldığı bir eğlence merkezi imiş.

Ancak 1970’lerden sonra başlayan iç karışıklıklar ve Arap-İsrail savaşından sonra Filistin Kurtuluş Örgütünün (FKÖ) karargahını buraya taşıması, devlet otoritesinin ve düzeninin zayıflaması, para sahipleri için Beyrut’un cazibesini kaybettirmiş. Toplumsal ve siyasi karışıklıkların artması, 1975’de iç savaşın başlaması Beyrut’un ağır maddi hasarına ve can kaybına yol açmış. Savaş 1990 larda bittiğinde 150.000 Lübnan’lı can vermiş ve Beyrut harabeye dönüşmüş. Günümüzde şehir onarılmış ama bazı binalarda hala o dönemin izleri var.
 
Bu ön bilgiler çerçevesinde ilk gün Beyrut’u gezdik. Önce sembol haline gelmiş güvercin kayalarını gördük. Dalgaların kayaları oyması ile oluşmuş bu kayalar ve etrafındaki kafeler güzeldi. Bu iki kayanın gökyüzünden öylece düştüğüne dair yaygın bir inanç varmış. Ama bu kayaların bazen intihar etmek isteyenler tarafından kullanıldığı bilgisi ürpertici geldi.
Beyrut Ulusal Müzesi geçmişte iç savaşta şehri ikiye ayıran yeşil hat üzerinde bulunan son derece modern ve şık düzenlenmiş Müze; arkeolojik bulgular, heykeller ve lahitlerden oluşan etkileyici bir koleksiyona sahip. İçeride kısa bir film gösterisi ile müzenin kuruluş aşamalarını ve iç savaşta nasıl tahrip edildiğini görme imkanı var.
Çatışmalar sırasında Doğu ve Batı Beyrut arasında hareket etmek zorunda olan insanlar müzenin içinden geçmişler. Savaşın tarafları müzenin katlarına yerleşmiş, camları kırmış, pencerelerden ateş açmışlar ve ısınmak için ahşap eserleri yakmışlar. İç savaş sırasında müze zarar görmekle kalmamış, sistemli bir yıkımla karşı karşıya kalmış. (Anlatırken bile insanın içi sızlıyor) Ayrıca; infazlara da sahne olmuş ve adı korkuyla anılmaya başlamış. 15 yıl süren savaş süresince çalınan, yakılan ya da zarar gören eserleri geri getirmek hiçbir zaman mümkün olmamış. 10 yıldan uzun süren restorasyonun ardından 1999’da yeniden açılan müzede savaşın izlerini görmek mümkün. Lübnan tarihinde çok önemli bir yeri olan müzenin, yeterli derecede rağbet görmemesinin başlıca sebebi iç savaşın izlerinin ve getirdiği acıların halen hafızalarda taze olması.
 
Savaş döneminde sergilenen bazı eserlerin zarar görmemesi için üstlerine beton dökülerek korunması sağlanmış.  Pazartesi dışında her gün 9.00- 17.00 saatleri arasında gezilebiliyor.
 
Osman Hamdi Bey (1842- 1910 Osmanlı arkeolog, müzeci ressam), burada sergilenen bazı eserlerin çıkarıldığı arkeolojik kazıları arkeolog ve yönetici olarak sürdürmüş. Kazılarda çıkan ve günümüzde İstanbul’da sergilenen İskender Lahdinin dünyada en iyi korunmuş ve dönem özelliklerini taşıyan bir eser olduğu belirtiliyor. O zaman buraların hepsi Osmanlı toprağı olduğu için sergilemek ve korumak üzere İstanbul’a getirilmesi çok doğal.

Resimlerde bir ailenin kendileri  için hazırlattığı çok bir şık bir lahit ve Kral Ahram’a ait M.Ö 1200 yılına ait lahit görülmektedir. Bir fotoğrafta ise hijyen tanrıçası masum yüzlü  Marble görünüyor. Saçlarının toplanmış olmasının hijyen için önemli bir unsur olduğu söyleniyor.
Müzeden sonra yolculuk Köpek Nehri’ne (Nehr’ül Kelb). Nehir ismini, uzaktan tepeden bakıldığında köpek şeklinde olmasından ve nehrin akış sesinin köpek sesine benzemesinden alıyormuş.
Jeita Grotto Yer Altı Mağarası

Jeita Grotto, Beyrut’un 18 kilometre kuzeyinde, Jounieh yolu üzerinden ayrılan bir vadide yer alıyor. 

Adı; Aramice “Kükreyen Su” anlamına gelen Jeita kelimesinden gelmekteymiş. Mağara iki bölümden oluşuyor. Alt mağara 1836 yılında Amerikalı misyoner William Thomson, 
üst mağara ise 1951 yılında Lübnan’ın ilk mağara araştırmacısı olan Lionel Ghorra tarafından keşfedilmiş. Savaş sırasında zarar gören mağara, 1995 yılında tekrar ziyarete açılmış.

Bilet satış yerinden sonra teleferikle, yürüyerek veya trenle üst mağaranın bulunduğu yere ulaşabiliyor. Ancak en kısa ve keyifli yol teleferiğe binmek. Hem yorulmuyor hem de etraftaki manzarayı keyifle izleyebiliyorsunuz.

Mağaralarda fotoğraf makinesi ve video kayıt cihazı kullanılması yasak olduğundan bu cihazları geldiğiniz araçta veya her iki mağaranın girişinde yer alan dolaplarda bırakmanız gerekiyor. Ya da çantanızda tutup sorulduğunda  “kamera yok” deyin. Ama içeride, her köşede görevliler var, asla resim çekmeyin. Aslında resim çekseniz bile gördüklerinizi kamera aracılığı yansıtmak mümkün değil.
2200 metresi keşfedilen üst mağaranın halen 750 metresi gezilebilmekte. Işık düzenlemesi muhteşem olan üst mağaranın kireçtaşı sarkıt ve dikitleri, kayaların birbirinden farklı şekilleri inanılmaz güzellikte. Mağara içinde ıslak ve hafif kaygan olan, sürekli yükselen tahta köprülerin üzerinde yürürken, gördüğünüz manzara adeta büyüleyici. Mağarada 8 metre 20 santim uzunluğunda dünyanın en uzun sarkıtı da görülebiliyor. Üst mağaradan çıktığınızda görkemli dağ manzarası eşliğinde tren beklerken (yürüyerek de inebilirsiniz ama daha çok gezecek yer var enerjiyi bitirmemek lazım) dağ havasını bol bol içinize çekiyorsunuz. Alt mağaraya üst mağaradan yürüyerek veya trenle inebiliyor.

Bilet satış yerinin bulunduğu yerde bulunan bu mağaranın girişinin yakınında Dr.Nabil Haddad’ın dev bir kireç taşı heykeli yer almakta.

Alt mağarada da  fotoğraf ve video çekilmesine izin verilmemekte. 6.200 metre uzunluğundaki alt mağaranın içindeki nehrin 500 metresi küçük bir botla gezilmekte. Ancak nehrin sularının yükseldiği kış döneminde bu gezintiye izin verilmiyormuş. Bir süre kuyrukta bekledikten sonra, binilen küçük bottaki kısa gezinti sırasında; kayaların ve ışıkların altında görülen nehrin mavi berrak suları muhteşem. Işıklandırılmış bir mağaradasınız, altınızda nehir akıyor, botla ilerliyorsunuz, yukarıda tümüyle asimetrik sarkıtlardan oluşmuş bir tavan var.
 
Kendinizi başka bir evrene gitmiş gibi hissediyorsunuz. Başınızı kaldırdığınızda farklı şekillerde sarkıtların oluşturduğu gök kubbe ve etrafınızdaki dikitlerde görülen şekiller ve yansıtılmış ışık gerçeklik duygunuzu yitirmenize ve kaybolmanıza yol açıyor. Yani sadece bu iki mağarayı görmek için bile Lübnan’a gitmeye değer diyeyim, siz anlayın….
 
Mağaralar çok nemli olduğundan yanınızda ince bir yağmurluk bulundurmakta fayda var. Mağaradan çıkan Köpek Nehri’nin kaynağı ve kaynaktan itibaren kaya duvarlarda, Mısır, Firavun, Frig ve Asur kralları ile Roma, Arap, Fransız ve İngiliz dönemlerinden kalan yazıtlar da görülebiliyor.
 
Sonraki durak Harissa Tepesi. Harissa; Jounieh Koyu’nun üzerinde, denizden 660 metre yükseklikte, Lübnan Dağı’nda yer almakta. Harissa, 15 ton ağırlığında, beyaz renkli bronz, kollarını iki tarafa açmış dev Meryem Ana Heykeli (Our Lady of Lebanon/Notre Dame du Liban ) ile tanınıyor. Heykel XIX. Yüzyılın sonunda yapılmış. Lübnan’ın  koruyucusu olduğuna inanılan heykelin alt tarafındaki merdivenli yüksek kaidenin zemininde küçük bir şapel var. Şapelin yanından kaidenin üzerindeki sarmal merdivenleri çıkarak heykelin eteklerinin altındaki bölüme kadar gidilebiliyor. Buradan muhteşem bir koy ve şehir manzarası seyredebiliyorsunuz.
 
Heykelin çevresinde farklı mimari tarzlara sahip kiliseler var. Heykelin bulunduğu alandaki Maronit Katedrali modern mimarisi ile ilgi çekici.
Kilise ve katedrale gelen çok sayıda ziyaretçi vardı, son derece şık  bakımlı ve modern Hristiyan ziyaretçilerdi bunlar.
 
Tepeden aşağıya teleferikle inerken; arkamızda Lübnan dağları, aşağıda Beyrut’un şehir manzarası ve karşımızda masmavi sonsuz Akdeniz. 
Sonraki durağımız Beyrut’un içinde Şehitler Meydanı (Place des Martyrs) (eski adı Hamidiye Meydanı): Lübnan’ın Osmanlı’ya isyan ettiği meydan burası. 18. yüzyılın sonlarında adı Hamidiye Meydanı, daha sonraları Burç Meydanı, günümüzde ise adı Şehitler Meydanı olan alana bu isim, 1910’da Osmanlı’ya isyan edenlerin Cemal Paşa tarafından burada asılması dolayısıyla 1943’de Lübnan Cumhuriyeti kurulduktan sonra verilmiş. Etrafta şık binalar ve kubbesi görünen bir cami var.
Yürüyerek Parlamento binasına doğru giderken demir teller ile çevrili koruma bölgelerinden geçip (girilmesi yasak yerlermiş ama rehberimiz girişi sağladı) Yıldız Meydanı’na geldik. Yol boyu Avrupa şehirlerinde rastlanabilecek şık mağazalar, sarı taşlardan yapılmış görkemli devlet binaları vardı. Ama sokaklarda araba ve insan yoktu bizden başka.
Meydan; 1930’larda Lübnan asıllı Brezilya vatandaşı olan Michel Abed tarafından hediye edilen ve dört tarafına yerleştirilen Rolex marka saatleri olan bir saat kulesine,

Lübnan Parlamentosuna, iki Katedrale, bir müzeye, birçok kafe ve restorana ev sahipliği yapıyor. Beyrut şehrinin dünya çapında en tanınmış ikonik simgesi olan meydanda, benzerlerini başka yerde pek görmediğim çeşitli türlerde ve renklerde çok sayıda güvercin vardı.

Meydana kuzey tarafından bağlanan, cafe ve restaurantlarla dolu “Al OmarMosque Street” üzerinde “Ömer Cami’ni (Al Omari Cami)” ye girdik.

Cami; pagan tapınağı ve Bizans saray kalıntıları üzerine Haçlılar tarafından XII. yüzyılda yaptırılan kilisenin, 1291 yılında Memluklar tarafından camiye çevrilmesi ile oluşmuş. Caminin içi mimari açıdan görülmeye değer güzellikte. Camiye kadınların girebilmeleri için girişin hemen kenarında asılı duran uzun kapşiyonlu pelerin gibi  giysileri giymek gerekiyor.

Akşam otele dönerken ünlü Hamra Caddesi’nden geçiyoruz. Şık mağazalar,cafeler, restoranlar var. Ünlü cafe zincirinin önünde beyaz gömlekli yaşlı amcalar bir şeyler içerken yoldan geçenleri seyrediyordu.

İkinci gün güneye gidiyoruz. Yol boyu sağımızda Akdeniz, solumuzda zakkum ve begonviller rengarenk liman şehirlerinden geçiyoruz. Ticaretin yoğun olduğu dönemlerde, limandan geçenlerin konaklaması için sarı taştan yapılmış hanlar var. Çoğu Osmanlı döneminde yapılmış. (Ticaret limanına gelen tüccarların ve hayvanlarının barınması ve ihtiyaçlarının karşılanması için)

SUR deniz kenarında kurulmuş bir şehir. Unesco tarafından dünya kültür mirası kapsamına alınmış. Ana giriş yolu denize kadar uzanıyor. 

Kuruluşu milattan önce 3000’li yıllara kadar giden Sur (Tyre, Tyrus)  Beyrut’un yaklaşık 83 km. güneyinde yer alıyor. Kıyıda taşlık bir araziyle 600 m. uzağındaki bir adadan oluşan şehir 15 hektarlık bir alanı kaplıyor. Kıyı ile ada arasındaki bağlantı bir köprü ile sağlanmış. Fenike’liler döneminde Akdeniz sahilindeki stratejik konumu ve limanı sebebiyle önemli bir ticaret merkezi olmuş.

Meraklısına; Sur kentinin geçmişte bu kadar gelişmesinin bir diğer nedeni Sur Firfiri denilen bir boya maddesi imiş. Erguvan renkteki bu madde Murex türü bir salyangozdan elde edilen ve o dönem için son derece pahalı bir boyaymış. Bu boya “zendado” (zendal) denilen bir dokuma cinsinde kullanılmaktaymış ve Sur’un erguvani boyasını elbiselik kumaşlarda kullanmak moda haline gelmiş. İşte böylesine gelişen ve ünlü olan Sur’u, Babil İmparatoru Nabukadnezar 13 yıl boyunca kuşatmış. İ.Ö. 6. yüzyılda olan bu olaydan 200 yıl kadar sonra, Makedonyalı İskender 7 ay süren bir kuşatma sonucunda kenti almayı başarmış. Makedonyalı İskender’in istilasında uğradığı tahribatın ardından, milâttan sonra 64 yılında Roma hakimiyetine girmiş.

Sur stratejik konumu, limanı ve tersanesinden dolayı Haçlı seferleri sırasında önemli merkezlerden biri olarak öne çıkmış. I. Haçlı Seferi’ne katılan birlikler Kudüs’e doğru ilerlerken Urfa ve Antakya’dan gelecek şövalyeleri beklemek için iki gün Sur’da kalmışlar. Sur halkı, Kudüs Haçlı Kralı I. Baudouin’e kıymetli hediyeler gönderip şehirlerinin güvenliğini sağlamaya çalışmışlar.
 
Memluk Sultanı Halil b. Kalavun 18 Mayıs 1291’de Akka’ya hakim olduktan sonra 14 Temmuz 1291’de Sur’u da ele geçirmiş. Halkın bir kısmını öldürtmüş, geri kalanları da esir almış ve şehri tamamen tahrip ettirmiş. 1326’da şehri ziyaret eden İbn Battuta eskiden çok mamur olan Sur’un harap halde olduğunu kaydetmiş. (Seyahatname, I, 91). XVII. yüzyılda Dürzi Emiri Ma‘noğlu Fahreddin harap durumda olan Sur’u onarmaya çalıştıysa da çabaları sonuçsuz kalmış. Bu yüzyılın ikinci yarısında şehri ziyaret eden Evliya Çelebi’nin harap yerlerin çokluğuna vurgu yapması bu hususu teyit etmektedir.
 
Tevrat’ta Sayda (Sidon) kentinden olduğu kadar Sur kentinden de bahsedilmektedir. Ayrıca; Sur Kralı Hiram’ın Hz. Süleyman ile ticaret yaptığı, İsrail Kralı Ahab’ın karısı, acımasız Kraliçe İzebel’in de bir başka Sur kralının kızı olduğu tarihi gerçeklerdir. Bir rivayete göre ise Hz. İsa, Sur (Tyre) ve Sayda (Sidon) şehirlerine ayak basmış, havarilerinden Aziz Pavlus Sur’da bir kilise inşa etmiştir.
 
Sayda – Sidon
 
Sayda (Sidon), Lübnan’ın güneyinde Akdeniz sahilinde yer alan ve 200.000 nüfusu ile Lübnan’ın büyük şehirleri arasındadır.
 
Meraklısına; Antik Çağda önemli bir Fenike şehri olan Sayda’nın eski ismi Sidon. Tevrat’taki Yaratılış (Genesis) faslında Sidon, Kenan’ın oğlu olarak geçmektedir. Günümüz Arapçasında “balıkçı” anlamında kullanılmaktadır.
 
İlk Çağda bugünkü Lübnan’a yerleşmiş olan Fenikeli’lerin kurdukları önemli kentlerden biri olan Sayda (Sidon)’nın tarihi İÖ 2.000 yılına kadar uzanıyor. İÖ. 1.000 yılda Sur kenti ile birlikte Fenike tarihinin en etkin yerleşim yerleri olmuşlar. Her iki kent de Fenikeli’lerin önemli birer ticaret merkezi olduğu kadar, Akdeniz çevresinde kurulan koloni kentlerinin de merkezleri imiş. El yapımı metal işleri ve tekstil ürünleri Akdeniz’in birçok liman kentine satılıyormuş. Teli el-Amarna, çiviyazılı belgelerinde Eski Mısır ile ticaret yaptığına ilişkin bilgiler olduğu belirtiliyor. Cam eşya, keten kumaşlar ve koku üretiminde (günümüzden yaklaşık 4000 yıl öncesi… ve bu ürünler bu gün bile zor üretilen zor bulunan ve pahalı lüks ürünler) ve ihracatta  da döneminin önde gelen kentiymiş. İÖ 678’de Asur Kralı Asarhaddon’un yıkıma uğrattığı kent, Pers egemenliği altında Fenike Satraplığı’nın başkenti olmuş. Büyük İskender’in Asya Seferi’nden (İÖ 333) sonra İskender İmparatorluğu’na bağlanan bölge onun ölümünden sonra Seleukos Krallığı’na, sonra da Roma İmparatorluğu’na bağlanmış. Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılmasından sonra Bizans İmparatorluğu’nun topraklarında kalan kent, Haçlı seferleri sırasında 1110’da, I. Baldwin’in denetimine girmiş.
 
1291’de Abbasi egemenliğine girdiyse de eski önemini yitirmiş. Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi’nden sonra 400 yıla yakın Osmanlı egemenliğinde kalmış. 1837′ deki bir depremden büyük zarar gördüyse de, yeniden bayındır hale getirilmiş. I. Dünya Savaşından sonra Fransız’ların idaresine girmiş. 1943’de Lübnan Devleti’nin kurulmasından sonra bu devletin sınırları içinde kalmış. Günümüzde, Suudi Arabistan’da bulunan petrol yataklarından gelen petrol boru hattının Akdeniz’e ulaştığı liman olarak önem taşıyor.

Tarihi Eserler

Nekrofil (Mezarlık)

Tarih boyunca bu denli yoğun yaşam ve yerleşime tanıklık eden bölgenin mezarlık bölümü de çok çarpıcı. 1855’te kentin güneydoğusunda, büyük bir nekropol alanı açığa çıkarılmış. Fransızlar (Louvre Müzesi) için çalışan defineciler tarafından yapılan kaçak kazıda, tesadüfen Sayda Kralı Eşmuhazar (Eshmunzar)’ın lahdi bulunmuş ve 1856’da Paris’teki Louvre Müzesi’ne götürülmüş.

1887’de Lübnan topraklarının Osmanlı Devletinin yönetiminde olması nedeniyle Müzeler Müdürü Osman Hamdi Bey, Sayda’da bir kazı yapmış ve Sayda Krallık Ailesine ait 20’ye yakın çok değerli lahdi, 1892’de açığa çıkarmış. Bu lahitler günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzesinde sergilenmekte. Başlıcaları: İskender Lahdi, Tabnit Lahdi, Ağlayan Kadınlar Lahdi, Satrap Lahdi, Likya Lahdi. 1963-1964 arasında Beyrut Müzesi’nin yaptığı kazılarda ise İÖ 5-4. yüzyıllara ait 31 lahit  çıkarılmış.
 
Meraklısına; İskender Lahdi olarak bilinen eserin üzerinde yer alan savaş sahnesi Büyük İskender ile Pers Kralı arasındaki Issos Savaş sahnesini anlatır. Savaş, Antakya sınırları içindeki Dörtyol’da Issos ovasında gerçekleşmiş ve yine Hellenistik Dönemin büyük heykeltıraşları tarafından Sayda’nın yeni kralı Abdalonymos için İskender’e ithafen yapılmış.)
 
Roma mezarlığı nekrofile parke gibi döşenmiş taş bir yoldan giriliyor.

Sanatsal mezar taşları var, taşı adeta işlenmişler. Romalılar mezara göz yaşı şişesi ve ölünün ağzına da metal para koyarlarmış. Cennete götürecek kayıkçıya rüşvet olarak vermeleri için.
Bir de zenginlere ait aile mezarları var, kat kat yapılmış. Her odacıkta bir aile bireyi bulunmaktaymış. Bu odacıklarda kemikler hala duruyor.
Bu nekrofilin yan kısmında Filistin’lilerin yerleşim bölgesi var. Çok derme çatma evler, ama hayat sürüyor. Balkon ya da taraçalarda televizyon seyreden aileler, çamaşır asan kadınlar…

Deniz Kalesi

Ana karaya 80 metrelik bir yolla bağlı olan Kale 13. yüzyılda Haçlılar tarafından inşa edilmiş. Öncesinde ise aynı ada üzerinde Fenike Kralı’nın Sarayı ve Fenikeli’lerin tanrılarına adanmış bir tapınak varmış. Hatta şehrin Asurlular tarafından kuşatılması sırasında Fenike halkına sığınak olmuş. Ancak sonraki yıllarda meydana gelen depremlerle saray ve tapınak yıkılmış. O yapıtların taşları ise şimdi kalenin duvarlarını oluşturmakta.

Meraklısına; Lübnan topraklarını almak için Haçlılarla mücadele eden Memluk Sultanı I. Baybars 1271’de Trablus Kontluğu’na bağlı pek çok kaleyi fethetmiş. Ancak Haçlı tehlikesi karşısında anlaşarak geri çekilmek zorunda kalmış. Lübnan topraklarıyla ilgili olarak Haçlılarla çeşitli anlaşmalar yapan Memluk Sultanı Kalavun, 1289 Trablus’u geri almayı başarmış. Artık bölgede Haçlıların elinde sadece Akka, Sayda, Sur ve Aslis şehirleri kalmış.
 
1400’lü yıllarda Sayda ve Sur şehirlerini feth etmek için yapılan Memluk kuşatmaları sırasında büyük zarar gören kale, önemi nedeniyle şehir ele geçirildikten sonra yine Memluklular tarafından restore edilerek kullanılmış. Osmanlı hakimiyetinin ilk yıllarında da kullanılan yapı, kalelerin tarih içinde önemini yitirmesiyle beraber kaderine terk edilmiş. Harabeye dönen kale, neredeyse yok olmak üzereyken, 17. yüzyılda önce Dürzi Emir Fahrettin II, sonraları da Osmanlılar tarafından restore edilerek içine bir de Osmanlı cami imar edilmiş.
 

Kalenin şimdilerde, büyük bir kısmı ise yıkılmış halde. Osmanlı döneminde yapılan küçük cami ise hala ayakta. Kaleden hem Sayda Limanı, hem de eski şehir görülebilmekte. Sayda Deniz Kalesi bu özelliğiyle, bir şehrin geçirdiği sosyal, siyasi ve mimari değişimine 800 yıldan bu yana sessizce şahitlik etmiş.

Bu kadar tarihi kalıntı gezdikten sonra, daldık Sidon sokaklarına ve olağanüstü sokak araları ile çarşılardan geçtik.

Bu arada  tatlıların da tadına baktık.

Sabun müzesi, taş  konağa girdiğiniz anda saf sabun kokusu burnunuza geliyor, doğallık ve temizlik kokusu. Doğal zeytinyağı sabun imalatının yapımını gösterdikleri müzenin son kısmında sabun alışverişi yapabiliyorsunuz. Ama çok pahalı idi küçük bir kalıp sabun beş dolar civarındaydı.Üçüncü gün Çuf dağlarından geçerek Bekaa Vadisine gidiyoruz. Dağlar geçmişte Lübnan’ın sembolü olan sedir ağaçları ile kaplıymış ama şimdi makilik. Virajlı dağ yolundan deniz görünüyor.

Meraklısına; Rivayete göre, Olympe’deki tanrıların yazlık mekânı burasıymış. Zeus’tan Afrodit’e, Apollon’dan Uranos’a kadar cümle büyükküçük tanrı, yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağmurlu olan Akdeniz ikliminin o boğucu günleri başlayınca, bavullarını toplayıp Lübnan Dağları’na göç ederlermiş. Hatta Sisyphe bile, çilesini biraz olsun katlanılır hale getirmek için, o aylarda ebedi cezası olan kayasını sırtlayıp soluğu buralarda alırmış.
 
Deir Ei Qamar
 
Dağda bir Hristiyan köyünde mola veriyoruz. Memlüklerden  kalma bir kervansaray ve küçük ama içi çok ferah bir cami var. Cami avlusunda oturup dağ havasını içime çekip termosumdan çay içiyorum.

Beid Ed Dine Sarayı 

İlk olarak 1620’de inşa edilmiş olan saray iki kez de yanmış. Osmanlılar tarafından vali olarak atanan Emir Beşir Şihap II’nin, Deir el-Qamar’ı terk etmeye ve daha güvenli bir yer olan Beit Ed Dine’e taşınmaya karar vermesi üzerine 1806 yılında yeniden sarayın inşaatına başlanmış.

Tüm Suriye’den İtalyan mimar, sanatkar ve esnaf kiralamış ve inşaat 30 yıl sürmüş. İtalyan ve Arap stillerinin olağanüstü uyumlu uygulaması olan gotik kemer teknikleriyle zamana meydan okuyacak güce kavuşturulmuş.

Saray ilk olarak 1842 yılında Osmanlılar tarafından daha sonra da Fransızlar tarafından Devlet İdari Binası olarak kullanılmış. Lübnan’ın bağımsızlığını kazandığı 1943 yılında restore edilen saray o tarihten itibaren Başkanlık Yazlık İkametgahı olarak kullanılmaktaymış. İsrail işgali sırasında tahrip edilen sarayın, 1984 yılında restorasyon işlemlerini başlatan Velid Canbolat tarafından adı “Halk Sarayı” olarak değiştirilmiş.

Sarayın odaları ve avluları hoş mekanlara, çeşmelere, cephelere, oyma sedir ağacı tavanlara, antika mobilyalara, kakma mermerlere ve ince zarif mozaiklere sahip. Ayrıca, saray iyi korunmuş bir hamam kompleksini bünyesinde barındırmakta. Beiteddine Sarayı, Cumhurbaşkanının yazlık ikametgahı olarak kullanılıyorsa da, Beiteddine festivali süresi hariç olmak üzere, temel alanları yaz aylarında ziyaret edilebilmekte. Saray her gün açık.
Anjar
 
Bekaa vadisinde yer alan Anjar şehri, denizden uzakta kurulmuş olan önemli bir tarihi ticaret merkezi olma özelliği yanında, Emeviler dönemine ilişkin şehir planlamacılığının eşsiz bir örneği olarak kabul edilmekte. Adını “kayadan çıkan su” anlamındaki Arapça kelime olan “ayn al-jaar“dan alan şehir aslında hiçbir zaman tamamlanamamış.

Bekaa Vadisinde bulunan kalıntılar ilk kez tesadüfen 1939 yılında keşfedilmiş ve 1943 yılında Anjar’da  arkeolojik kazılar başlamış. Yapılan kazılarda; iç bölümleri çamur ve molozla kaplanmış iki metre kalınlığında, yaklaşık 350-385 metre uzunluğunda duvarlar içinde bulunan 40’dan fazla kulenin yer aldığı bir şehir ortaya çıkarılmış. Şehir mimari mükemmellikteki kuzey-güney ve doğu-batı eksenleri çevresinde simetrik olarak dört eşit parçaya bölünmüş. Dört farklı giriş kapısı bulunan şehirde, kamu ve özel yapılar sıkı bir planlama gereği bu parçalar arasında dağıtılmış: Ana Saray ve cami güney-doğuda yer alırken diğer saray ve hamamlar ise kuzey-batı ve kuzey-doğuda bulunmakta.

Meraklısına;  1939 yılında Hatay Sancağı Türkiye’ye ilhak edince, günümüzde Vakıflı Köyünde yaşayan Ermeni vatandaşlar hariç diğer Ermeniler Lübnan’ın Ancar kasabasına yerleşmişler. Nüfusu bugün 2400 olan Ancar’ın neredeyse tamamı (%99.9) Ermenil’erden oluşmakta. Altı yerleşim alanına (mahalle) ayrılan Ancar’ın mahalle isimleri, 1939 yılında buraya göç eden Ermeni’lerin göç öncesi Hatay bölgesinde yaşadıkları altı köyün isimleri. Bunlar: Kabusiye, Yoğunoluk, Bityas, Vakıf, Hıdır Bey, Hacı Habibli.iİsrail 1983 yılında Lübnan’ı istila edinceye kadar tedhiş örgütü ASALA’nın merkezi Lübnan’da ve en donanımlı eğitim kampları Lübnan’ın Bekaa vadisindeki Ancar köyünde bulunmakta imiş.
 
Ancar kasabası aynı zamanda Suriye’nin Lübnan’daki varlığının sembolü haline gelmiş. Suriye askeri istihbarat karargahı, Nisan 2005 tarihine kadar Ancar kasabasında bulunmaktaymış. Bekaa Vadisi’ndeki Rayak Askeri Hava Üssünde Nisan 2005’de düzenlenen bir törenle Suriye Lübnan’daki 29 yıllık askeri varlığına son vermiş.
 
Tarihi şehir kalıntılarını gezip çıktığımızda giriş-çıkış kapısının iki etrafında bulunan küçük dükkanlarda gümüş, ahşap, sedef hediyelik eşyalar vardı. Ermeni’ler tarafından işletilen dükkanlardaki ürünler, benzerlerini Türkiye’de daha ucuza alabileceğimiz orta kalitede ürünlerdi.
 
Zahle
 
Yaklaşık 50.000 nüfusu ile Lübnan’ın  büyük kentlerinden biridir. Bekaa vadisinin başkenti. Şehrin sakinleri ağırlıklı olarak Katolik Rum. Lübnan dağları ve Bekaa platosunun birleştiği noktada yer almakta. Zahle coğrafi konumu ve çekiciliği ile “Bekaa’nın Gelini” olarak adlandırılıyormuş. Aynı zamanda “şarap ve şiirin şehri” olarak Lübnan genelinde ünlü olan Zahle, hoş iklimi, nehir kenarındaki restoranları ve kaliteli arak içkisi ile şöhrete sahipmiş.
 
Şehrin ortasından nehir akıyor. Etraftaki binalar, dükkanlar, restoran ve pastaneler Avrupa kentleri havasında. Zahle’nin tepesinde de şehri koruyan Meryem Ana heykeli var.

Baalbek

Jüpiter Tapınağı
 
Tapınağın temsili resmi

Fenikeliler tarafından kurulmuş olan Baalbek; Beyrut’un 86 kilometre doğusunda, Bekaa Vadisi’nde yer alan bir müze şehir ve 1984 yılında UNESCO tarafından koruma altına alınmış. Antik Ortadoğu’da Baal tanrısına tapanların merkezi ve Bekaa eyaletinin en büyük Fenike şehriymiş.

Hristiyanlığın yayılmasına kadar bölgenin dinî merkezi olmaya devam eden şehir, buraya iki lejyon yerleştiren ve derecesini koloniye çıkaran Romalı’lar döneminde çok önem kazanmış ve M.S.2.yy’da yeniden imar edilmiş. Başlıcaları Bacchus, Jüpiter ve Venüs adına olmak üzere çeşitli tanrılar için yapılan birçok tapınak ile süslenmiş. 1898-1905 yılları arasında Almanlar tarafından önemli kazı çalışmaları yapılmış ve ortaya çıkarılan İslam öncesi döneme ait tarihi eserler, daha sonra Fransız Manda İdaresi ve Lübnan Hükümeti tarafından restore ettirilerek Baalbek bir müze-şehir haline getirilmiş.
Baalbek’te harabe halinde üç adet tapınak var. Bunlar; Romalıların gök ve şimşek Tanrısı Jüpiter (Yun: Zeus), şarap tanrısı Baküs (Yun: Dionysos), aşk ve güzellik tanrıçası Venüs (Yun: Afrodit)  adına yapılan tapınaklar.

Bunlardan en büyüğü Jüpiter Tapınağı. M.S. 3. yüzyılda yapılan tapınağın büyük bir giriş kapısı varmış. Kapıdan girilince önce ön avluya, sonra da büyük avluya ulaşılıyormuş. Büyük avlunun eni 104,5 metre, genişliği ise 117 metre yani gerçekten çok büyük. Avludan sonra geniş bir kapıdan girilen tapınağın 84 granit sütunu varmış.  Bugün bunlardan sadece 6 tanesi ayakta. Diğerlerinin bir kısmı kırılmış, bir kısmı da başka yerlere götürülmüş. Bu sütunlardan biri ise  Süleymaniye Camii’nin yapımında kullanılmış.

Baküs Tapınağı daha iyi korunmuş. Bu tapınağın her biri 18 metre yüksekliğinde olan 46 sütunu hala ayakta. Giriş kapısının yüksekliği 12 metre, genişliği ise 7 metre.

Venüs Tapınağı da onarım ve restorasyonda.

Altın Kubbeli Cami 

Roma kalıntıları, tapınak, Jüpiter, Venüs gezdikten sonra; baş örtüsüz içeri alınmayan ve telefon kamera sokmanın yasak olduğu çok etkileyici bir camiye giriyoruz. Girişte ve cami dışında İran etkisi görülüyor. Hem mimari olarak, hem de asılı posterlerden. Etkileyici ve temiz iç mekana girip dualarımızı ettikten sonra çıkıyoruz.
Tripoli – Trablusşam
 
Trablusşam şehri Lübnan’ın en doğu noktası. Nüfusun yaklaşık %80’i Sünni Müslüman olmakla beraber Hıristiyan ve Arap Aleviler de yaşamakta.
 
Meraklısına; Osmanlı Devleti sınırları içerisinde Trablus ismini taşıyan iki tane şehir olduğu için Osmanlılar Lübnan’daki bu şehre Trablusşam, Kuzey Afrika’daki (Libya) şehre ise Trablusgarb ismini vermişler.

Tripoli Kalesi

Orijinal kale 1289 yılında yanmış, 1307-08 yılında Emir Esendemir Kurgi tarafından yeniden inşa edilmiş. Daha sonra kale Osmanlı döneminde kısmi olarak yeniden inşa edilmiş olup, yeniden inşa emrini veren Kanuni Sultan Süleyman’ın tuğrası devasa giriş duvarı üzerinde durmakta.
Kaleye çıktığınızda şehrin panaromik görüntüsü ve deniz manzarasını da görebiliyorsunuz.

Tam manzaraya kendinizi kaptıracakken, kalenin bir çok noktasında yer alan askerler ve savaş gereçlerini görmek ürkütüyor, tabi ki bu görüntülerin resmini çekmek yasak. Kaleden çıkıp şehre doğru inerken Lübnan’ın diğer şehirlerinden daha bakımsız, eski, köhne binalar görülüyor.

 Ortadoğu’da gezerken sürprizlere hazırlıklı olmak lazım.

Sıradaki yerimiz Osmanlı döneminde bölgede savaşmaya gelen askerlerimizin konakladığı Asker Han’a geliyoruz.

Ancak sadece kapının resmini çekebiliyoruz. Görevli bizi içeri almıyor, hatta kapıdan bakmamıza bile izin vermiyor !

Buradan sonra gittiğimiz   Sabun Han rengarenk ve güzel kokulu sabunları ile karşılıyor bizi, ortada çok sayıda tahta sedir var. Küçük lavaş görünümünde kankan denen simitlerden yiyoruz burada içine bol sumak koyarak.
 
Sonra, Sultan II. Abdülhamid Han’ın tahta çıkışının 30 yılını kutlamak için zamanın Trablusşam kentine bir hediye olarak Al-Tell Meydanı’na Osmanlılar tarafından 1906 yılında inşa edilmiş Osmanlı Saat Kulesi ni görüp, günlerdir methini duyduğumuz tatlıları yemek için son derece lüks bir mekana oturuyoruz.
Hatay, Antakya Gaziantep tatlılarının benzerlerini yerken herkes “bu biz de daha lezzetli yapılıyor” diye söylenerek hesap ödüyor.

Ulu Cami

Camii şehrin ortasında ve kiliseden dönüştürülmüş. Caminin planı; merkezi bir avlu, üç taraftan tek revaklar, namaz için içeride bir kıble ve merkezi bir çeşme ile geleneksel bir düzenlemeye sahip. İçeri girerken başınızın örtülü olması gerekli.

Biblos
 
Bir Akdeniz şehrindeyiz şimdi; antik liman ile şehirdeki Fenike, Roma ve Haçlı kalıntıları, kumsalları ve şehri çevreleyen dağları ile ideal ve lüks bir turizm merkezi Biblos. Şehir, balık lokantaları, açık hava barları ve açık hava kefeleri ile ünlü. Altmışlı ve yetmişli yıllarda Marlon Brando ve Frank Sinatra şehre düzenli olarak ziyarette bulunurlarmış.

Meraklısına; Biblos, MÖ 3. ve 2. yüzyıllar arasında Mısır Firavunlarının kontrolü altında iken tüm Fenike sahilinin hem dini hem de ticari başkenti imiş. Bugünkü modern Latin alfabesinin temeli olan ilk lineer alfabeyi de bulanlar Biblos’lular olmuş. Biblos’lular, MÖ 2000 yıllarında Piramitlerin yapımında kullanılan sedir ağaçlarını Mısır’a satarak ticarete başlamışlar. Böylece Biblos, MÖ 11. yüzyılda Fenike’nin en önemli kenti olmuş ve Biblos’lular Akdeniz’de birçok ticaret kolonileri kurmuşlar. MÖ 8. yüzyılda Asur’luların saldırılarıyla bağımsızlıklarını yitirmişler.

Liman yakınında bulunan arkeolojik sit alanı içinde yerli kesme taşlar ve Roma yapılarının kalıntıları kullanılarak yapılmış bir Haçlı Kalesi var.
 
Fenike döneminden günümüze kadar olan ünlülerin balmumu heykellerinin sergilendiği Balmumu Müzesi (Wax Museum) Biblos’un ilginç mekanlarından biri.
Eglise St.Jean Marc Maronite Kilisesi

Çok temiz ve şık bir bahçe ile karşılıyor sizi. Bahçede, dev bir çarmıhta İsa heykeli var. Bahçenin arka avlusu ise sanat eserlerinin sergilendiği bir açık hava galerisi görünümünde. 
Kilise bahçesi ve içi yüzlerce gül ve beyaz çiçekle süslenmiş ve bir düğün törenine hazırlanmıştı.

Gezilecek mekanları tamamladıktan sonra, arkeolojik alanın girişine yakın bulunan tarihi mahalle ve çarşıları gezerken, hediyelik eşya alacağınız eski sokaklardaki dükkanlar sizi bekliyor.

Yorulmuş, ama yoğun Lübnan gezisinde gördüğümüz tarih ve kültür eserleri ile etkilenmiş, şaşırmış, yakın geçmişte ecdadımızın yönettiği ve dedelerimizin şehit olduğu toprakları görmekten hüzünlenmiş olarak döndük ülkemize.
           
Yahya Kemal Beyatlı’nın, emeklilik yıllarında çıktığı Kahire, Beyrut, Şam, Trablusşam gezilerinin kendisinde bıraktığı izlenimlerin ve depresif etkilerin hissedildiği “Yol Düşüncesi” adlı şiirini yazarken hissettiklerini anlamaya çalışma zamanı idi şimdi…
 
Yol Düşüncesi

Bu def’a farkına vardım ki ihtiyarlamışım.
Hayâtı bir camın ardından gören tılsım
Bozulmuş anlıyorum, çıktığım seyâhatte.
Cihan ve ben değiliz artık eski hâlette
Mısır ve Suriye, pek genç iken, hayâlimdi;
O ülkelerde gezerken kayıtsızım şimdi,
Bu gözlerim, medeniyetlerin bıraktığını
Beş on yıl önce, görür müydü böyle taş yığını?
Bugünse yeryüzü hep madde, her ufuk maddî.
Demek ki âlemin artık göründü serhaddi.
Ne Akdenizde şafaklar, ne çölde akşamlar,
Ne görmek istediğim Nil, ne köhne Ehramlar.
Ne bâalbek’de latin devrinin harâbeleri,
Ne Biblos’un Adonis’den kalan sihirli yeri,
Ne portakalları sarkan bu ihtişamlı diyar,
Ne gül, ne lâle, ne zambak, ne muz, ne hurma ve nar
Ne Şam semâsını yâlel’le dolduran şarkı,
Ne Zahle’nin üzümünden çekilmiş eski rakı,
Felekten özlediğim zevki verdiler, heyhat!
Bu hali, yaşta değil, başta farzeden bir zât
Diyordu: “İnsana çarmıh’ta haz verir îman!”
Dedim ki: “Hazret-i İsa da genç imiş o zaman.”
Eğer mezarda, şafak sökmeyen o zindanda,
Cesed çürür ve tahayyül kalırsa insanda,
Cihan vatandan ibarettir, îtikadımca
Budur ölümde çerçevem, murâdımca:
Vatan şehirleri karşımda, her saat bir bir,
Fetihler ufku Tekirdağ ve sevdiğim İzmir,
Şerefli kubbeler iklimi, Marmara’yla Boğaz,
Üzerlerinde bulutsuz ve bitmeyen bir yaz,
Bütün eserlerimiz, halkımız ve askerimiz,
Birer birer görünen anlı şanlı cedlerimiz,
İçimde dalgalı Tekbîr’i en güzel dînin,
Zaman zaman da Nevâ-Kâr’ı doğsun, ltri’nin
Ölüm yabancı bir âlemde bir geceyse bile,
Tahayyülümde vatan kalsın eski hâliyle.
Yahya Kemal Beyatlı
 
Ama son söz Lübnan asıllı ABD’li filozof  Halil Cibran’ın dizelerinde hissettiklerimizdi….
 
Ve arkadaşlığın hoşluğunda,
Kahkahalar, paylaşılan hazlar olsun.
Çünkü küçük şeylerin şebneminde,
Yürek sabahını bulur ve tazelenir.
———————————————————————————————–
Kaynakça
Gezi rehberinin anlattıklarından tutulan notlar
Alb. Mustafa Kaya tarafından hazırlanan Lübnan Gezi Rehberi
LEWIS, Bernard Ortadoğu İkibin Yıllık Ortadoğu Tarihi, Arkadaş Yayınları, 2014
CLEVELAND, William L.,Modern Ortadoğu Tarihi, Agora Kitaplığı, 2008
Wikipedia

 

8 COMMENTS

  1. Harika bir anlatım. Özellikle "meraklısına" bölümünde verilen bilgiler çok değerli.Umarım Lübnan'ı sizin anlatımınız rehberliğinde gezebilirim Neriman Hanım.

  2. Küçücük bir ülkenin; tarih, coğrafya, etnisite, din, gastronomi, mimari yönlerden detay içeren kocaman bir tanıtımı olmuş, ellerinize sağlık,,,

  3. Çok güzel ve açıklayıcı olmuş, yazınızı okuduktan sonra Lubnan'a gitmeye karar verdim. Teşekkürler

Yorumunuzu Buraya Yazabilirsiniz

Yorumunuzu Giiniz
Please enter your name here