kuzey iskocya

İskoçya dağları, nehirleri ve gölleriyle zengin bir doğaya sahip, etrafı denizle çevrili muhteşem bir coğrafya… Ülke, kuzeyden güneye üç ana bölgeye; dağlık bir bölge olan Highlands, deniz seviyesine yakın olan Central Belt ve tepelik bir araziden oluşan Southern Uplands olarak ayrılmış.

İskoçya nüfusunun büyük kısmı başta Edinburgh, Glasgow ve Stirling şehirleri olmak üzere Central Belt bölgesinde yerleşmiş. İskoçya’ya bağlı 130’u yerleşim bölgesi olan 790 ada bulunuyor. İskoçya’nın en güzel şehirlerinden Edinburgh yazımı okumak isterseniz,
Edingburgh Gezi Rehberi

Highlands ülkenin kuzey ve batı bölgesinde genelde dağlık olan arazi, göller, nehirler ve yemyeşil ormanlarıyla bir cennet görünümü sunuyor. Bu bölge geçmişte İskoçya’nın tarihi kalbiymiş. Tarih boyunca birçok savaşın ve mücadelenin yaşandığı toprakların bugünkü ıssızlığı şaşırtıcı geliyor. İngiliz baskısı ve doğanın zorlamasına dayanamayan bölge halkı endüstri devrimiyle birlikte şehirlere göç etmiş.

 

İyi ki de böyle olmuş diyeceğim. İnsan eli değen çoğu yer bozulurken burası daha bakir ve muhteşem kalmış. Highlands’in sessizliğiyle ve temiz havasıyla insanı dinlendiren, huzuru yaşatan, şarkı söyleme isteği yaratan harika bir doğası var. Doğa fotoğrafı çekmek isteyenler için ise apayrı bir platform. Gözünüzün yakaladığı her kareyi çekme isteği duyuyorsunuz.

Zaten İskoçya kısaca yeşili ve su alanlarının çokluğuyla özetlenebilir. Her yer yemyeşil, adım başı göl, nehir veya gölete denk gelebiliyorsunuz. İngiltere’nin su ihtiyacının büyük kısmı İskoçya’daki su kaynaklarından sağlanıyormuş. İskoçya çok fazla yağmur alan bir bölge İngiltere’den bile daha fazla yağış alıyormuş. Yaz aylarında dahi günlük güneşlik hava bir anda değişip, bardaktan boşalırcasına yağmur yağabiliyormuş. Şansıma İskoçya’da bulunduğum sürede böyle bir yağmura denk gelmedim. Sadece Edinburgh’dan ayrılacağım gün hava kapalıydı ve arada bir çiseliyordu.

İskoçya doğal güzellikleri ve muhteşem coğrafyasının yanı sıra şatolar, kaleleri ile tarihi zenginliklere de sahip. Bir zamanlar soylu ailelerin sahip olduğu şatolar ve kartal yuvası gibi inşa edilmiş kaleler bugün hem film endüstrisine ilham veriyor hem de ülke turizmine hizmet ediyor.

Bunları görebilmek için dilerseniz Edinburgh veya Glasgow’dan günübirlik veya 3–5 gün konaklama seçenekli turlara katılabiliyorsunuz. Direksiyonu sağdan kullanmaya cesaretiniz varsa araba kiralayarak dolaşmak en keyiflisi olabilir.

Hadi artık ScotlineTours’dan aldığım 12 saat süren ve 372 km katettiğimiz günübirlik turla Highlands’i gezelim.

Bir gün önce Royal Mile’da bir seyahat acentasından 46 pound ödeyerek Longness Turuna kayıt yaptırmıştım. Otobüs saat 8’de bu caddeden hareket etti. Neredeyse dolu olan otobüste arka taraflarda boş bulduğum pencere kenarında bir koltuğa oturdum.

Şoförümüz aynı zamanda rehberimizdi ve yol boyunca hem çevreyi tanıttı hem de İskoç hikayeleri ve tarihinden anlattı. Otobüstekilerin ülkelerini sorup hiç İngiliz olmadığını öğrenince konuşması rahat olacak anlamında bir söz etti.

Seyahat güzergahımız oldukça geniş bir alanı kapsıyordu. Loch Lomond ve Fort William üzerinden Inverness’e kadar gidip Cairngorms Dağları’nın eteğinden ve Perth üzerinden Edinburgh’a dönecektik. Bu nedenle çoğunlukla otobüsten dışarıyı seyredip çok fazla mola veremedik.

Edinburgh’un merkezindeki çok katlı binalara karşın şehirden çıkınca daha sevimli müstakil evleri görmeye başladık. Glasgow yol ayrımını geçtikten sonra at başları göründü. Hazırlıklı olmadığımdan fotoğraflarını çekemediğimden webden bulduğum bir fotoğrafları paylaşabiliyorum. İskoçya’nın Falkirk’deki dinlenme bölgesi “The Helix”in bir parçası olan “The Kelpies”, çelik konstrüksiyondan yapılmış 30 metre yüksekliğinde dev iki at kafasına verilen isim. Kelpies masallarda anılan, İskoçya efsanelerinde at şeklinde beden bulmuş 10 at gücündeki su perilerini ve İskoçya’nın “Highlands” olarak anılan sert doğasını temsil ediyormuş. 2014 yılında açılan 600 ton ağırlığındaki heykellerin özellikle gece aydınlatılmış hali farklı güzel görünüyor.

Falkirk’ü geçip bir süre yol aldıktan sonra tarihi Stirling kasabasına ulaştık. Stirling, Forth Nehri kıyısında bulunan Orta Çağ’dan kalma tarihi bir kasaba ve büyük bir tepe üzerinde bulunan kaleden oluşmaktadır. Stirling Edinburgh’a yaklaşık 80 kilometre uzaklıkta. Kasabaya hakim iki tepeden birinde Stirling Kalesi, diğerinde ise William Wallace Anıtı var. Ancak Stirling kalesi otobüsün diğer tarafında kaldığı için fotoğrafını çekemedim. Burada tarihi bir zaferin kazanıldığı bir de köprü varmış. Biz gezme şansı bulamadık ama gidecekler için kısaca görülecek yerleri sıralamak isterim. 12. Yüzyıldan kalan bir Orta Çağ kilisesi olan Dunblane Katedrali her tarafında kullanılan geleneksel olmayan hayvan kabartmaları ve muhteşem vitray pencereleri ile görülmeye değermiş. Kısa bir yürüyüş mesafesinde muhteşem manzarası ile Falloch Şelalesi bulunuyormuş.

Tabi ki burada İskoçya’daki en önemli kalelerden birisi olan Stirling Kalesini es geçmemek gerekiyor. Kale bir zamanlar İskoç kraliyet ailesine ev sahipliği yapmış. Kalenin her bir bölümündeki kostümlü anlatıcılar, kale alanından çıkarılan iskeletler, duvarlarda yazılmış gizli şifreler burayı etkileyici bir atmosfere büründürmüş. 1300’lü yıllarda İngiltere Krallığı’na karşı büyük zaferler elde eden ve İskoçya tacını giyen İskoçya’nın kahramanı Robert Bruce, “Cesur Yürek” Braveheart filminde hayatı canlandırılan Stirling savaşı ile ulusal kahraman ilan edilen William Wallace ve İskoçyalılar’ın kraliçesi Mary Stuart ile meşhur olan kalenin mutlaka gezilmesi öneriliyor. Bizim böyle bir şansımız olamadı maalesef! Yine bir internet fotosu olacak.

İskoçya’nın en sevilen kahramanı olan Sir William Wallace için Abbey Craig’in tepesine bir anıt dikilmiş. Burası adeta bir müze gibiymiş; çünkü Wallace’ın kılıcı gibi bazı önemli eşyalar da sergileniyormuş. Sir William Wallace İngiltere’ye karşı direniş kuvvetlerine öncülük yapan bir şövalyeymiş. Çok uzun boylu olduğu ve Robin Hood efsanesine de kaynaklık ettiği söyleniyor. Wallace’ın son sözü “Özgür İskoçya” olmuş. Bu da bir internet fotosu.

Bu kasabadaki 1800’lerden kalan Eski Şehir Hapishanesi de oldukça ilginç bir yermiş. Hatta burada yer yaştan ziyaretçiye hapishane oyunu oynatıyorlarmış. Bir diğer görülecek yer Smith Sanat Galerisi ve Müzesiymiş. Müzede dünyanın en eski futbolu gibi çok ilginç eşyalar sergileniyormuş. Hayvanseverler için Blair Drummond Safari Park bulunuyormuş. “Game of Thrones, Winterfell, Monty Python and the Holy Grail ve Outlander” gibi hit serilerde kullanılan 14. yüzyıldan kalma Doune Kalesi muhteşem Lomond Gölü manzarasıyla ve Orta Çağ ruhunu yansıtan dekorasyonuyla görülmeyi hak ediyormuş. Stirling’de ayrıca viski tatmak isteyenler için Deanston Distillery damıtımevi varmış. Bu demek oluyor ki bu taraflara en aşağı 4-5 gün zaman ayırmak gerekiyor.

Yeri gelmişken bu viski konusuna da şöyle bir girelim. İskoç viskisinin özelliği sadece arpa maltından yapılıyor olmasıymış. Amerikan viskileri ise arpanın yanı sıra mısır, buğday, çavdar veya maltlanmamış arpa kullanılarak da yapılabiliyormuş. Bourbon viskiler içleri yakılmış meşe ağacından yapılmış fıçılarda iki yıl bekletildikten sonra şişeleniyormuş ve böylece bu fıçıların kendine özgü kokusu ve tadı viskiye de geçiyormuş. İskoç viskilerinin bir diğer özelliği de viski yapımında bu bölgede bulunan kaynak sularının kullanılmasıymış. Çünkü Highlands bölgesindeki kaynak suları inanılmaz derecede saf ve lezzetli olduğundan viski kalitesini de olumlu şekilde etkiliyormuş. Hatta viski üreticilerinin neredeyse tamamı damıtımhaneleri bir akarsunun yanı başına konumlandırmış.

İskoçya’da yaklaşık 150 civarında damıtımhane/viski üreticisi varmış ve bunlardan bazılarını sadece randevu alarak gezebiliyormuş. Turların gezdirdiği damıtımhanelerde ise önce viskinin öyküsü anlatılıyor ve sonra imalat aşamaları yerlerinde gösteriliyormuş. En sonunda da tadım yaptırılıyormuş. Bizim turun kapsamında viski gezisi olmadığından otobüsten binalarını görmekle yetindik ve yola devam ettik.

Aberfoyle’un eşsiz manzaraları ve rehberimizin anlatımı eşliğinde bir süre yolculuğumuz devam etti. Kısa bir süre sonra da Kilmahog’a ulaştık. İnek ve koyunların olduğu bir çiftlikte mola verdik.

Uzun tüyleriyle İskoç inekleri çok değişik görünüyordu.

Şansımıza o gün hava pırıl pırıldı ve kır manzarası muhteşem gözüküyordu. Tertemiz havası, yemyeşil kırlarıyla ve huzur verici sessizliğiyle köy büyüleyiciydi. Daha bunlar neymiş ki sonrasında gördüğüm manzaralar beni benden aldı götürdü diyebilirim.

Buradaki hediyelik eşya mağazasını da şöyle bir gezdim. İskoç yünleriyle yapılmış giyecekler gerçekten çok kaliteli ama bir o kadar da pahalıydı.

Fort William’ın batısında yarım saatlik mesafede bulunan ve Glenfinnan isimli kasabanın hemen kuzeyinde bulunan aynı isimli Glenfinnan Viyadüğü (Glenfinnan Viaduck) bulunduğu yer itibariyle görülesi bir manzara oluşturuyor.

Ancak bu Viyadüğü meşhur eden bu görüntüsü değilmiş. Harry Potter filminde bir sahnede kullanılan buharlı trenin (The Jacobite) üzerinden geçmesi olmuş. Hatta burası daha çok “Harry Potter Köprüsü” olarak biliniyormuş. Jacobite Buharlı Treni de daha çok Hogwarts Ekspres’i olarak biliniyormuş. Harry Potter filmleri ile bu tren ve Highlands’in engebeli ama bir o kadar da güzel doğası tüm dünyaya tanıtılmış. Bir film nelere kadir görüyorsunuz!

Pencereden bir o yana bir bu yana bakarak seyrettiğim manzara doyumsuzdu. Otobüsün penceresinden keşke hep burada yaşasam dedirtecek manzaralar bizi bekliyordu. Cep telefonumla ve arada cam olmasına rağmen çektiğim şu fotoğraflara bakar mısınız!

Britanya’daki göller arasında önemli bir tatlı su kaynağı Loch Lomond gölüne ulaştık. Göl, fiyordu andıran bir yapıda olduğundan bu yapıdaki göllere verilen genel bir ad olan Loch olarak adlandırılıyor ve üzerinde 30 civarında ada bulunuyormuş.

Göl merkezi İskoçya ile Highlands arasında bir sınır gibi kabul ediliyormuş. Loch Lomond ve Trossachs Milli Parkı 2002 yılında kurulmuş ve buradaki eko sistem koruma altına alınmış. Loch Lomond 36,4 km uzunluğunda ve genişliği de 1 ve 8 km aralığında. Göl, doğu kıyısında Ben Lomond ve güneyinde de çoğunlukla İskoç Munro yükseltileri olmak üzere tepelerle çevrilmiş.

Loch Lomond Britanya’daki en muhteşem doğal güzellikleri arasında yer alan popüler bir tatil bölgesi…

Müzikal bir film olan Royal Wedding’deki “You’re All the World to Me” şarkısında “You’re Loch Lomond when autumn is the painter!” yani “Sonbahar ressam olduğunda sen Loch Lomond’sun!” denilerek çok muhteşem bir betimleme yapılmış.

Milli Parkın çok farklı bir coğrafyası var. 21 adet munro yani tepeler, 2 orman parkı, 22 göl ve vahşi hayata ev sahipliği yapan 50’nin üzerinde özel doğa koruma alanından oluşuyormuş. Loch Lomond ve Milli Park’da yapacak pek çok etkinlik bulunuyor; tarihi buharlı gemilere binerek gölde gezinti yapmak, kano ve kayak kiralamak, küçük köyleri gezmek, Rob Roy’un mezarını görmek, macera parkında eğlenmek, tırmanış yapmak veya bisiklet sürmek gibi.

Biz tabi tüm bu güzellikleri otobüsün içerisinde izlemek durumunda kaldık ve yola devam ettik. Biraz yol aldıktan sonra bu defa gezimizin en güzel yerlerinden biri olan Glencoe Vadisi’ne geldik. İki tarafı dağlarla çevrili ortasında göl ve ırmaklar olan, yemyeşil ağaçların süslediği nefis bir yer. Özellikle Braveheart filmiyle çok ünlenen bu vadide her mevsimde yürüyenleri ve tırmanış yapanları görebiliyorsunuz. Glencoe köyü Loch Leven’in kenarı ile meşhur vadinin ağzı arasına muhteşem bir şekilde konuşlanmış.

Glen, İskoç Galcesinde dar vadi demekmiş. Glencoe, dağları ve nehirleri ile Highlands’ın en çok ziyaret edilen bölgelerinden biri. Ben Nevis, 1344 metre uzunluğuyla Britanya Adası’nın en yüksek dağı ve The Ben adıyla da biliniyormuş. Ben Nevis’in zirvesine dağcılar tırmanışı yapabiliyormuş. Vadi ise İskoç dağcılarına ev sahipliği yapıyormuş ve tırmanış yapanlar ile hiking yapanlar arasında çok popüler. Vadinin adı burada bulunun Coe Nehri’nden geliyormuş.

İskoçya tarihinde belki de en çok bilinen Klan savaşı ve katliamı burada yaşanmış. 1692’de İngiltere Kralına bağlılık yemini etmekte geç davranan MacDonald Klanı mensuplarının büyük bir kısmı Campbell klanı tarafından Glencoe Vadisi’nde katledilmiş. 300. yılına özel İskoç grubu Nazarteh’in Glencoe Massacre adlı şarkısını dinledik. Şarkının sözleri dinleyen insanı bir an için o güne götürüp kralın ve adamların nasıl insanlık dışı bir suç işlediğini insana hatırlatıyordu.

Haziran ayının sonunda olmamıza rağmen dağların zirvesine yakın kar öbekleri görülebiliyordu.

Bir süre sonra artık deniz ve yelkenli görüntüleri eşliğinde Fort William’a ulaştık. Körfezde bulunan İskoçya’daki en uzun deniz göleti Loch Linnhe’nin en ucunda kurulan Fort Williams hiking, trekking, climbing, skiing gibi outdoor sporların yapıldığı bir merkez. Kayak yapılabilen ve teleferikle çıkılabilen Ben Nevis dağı ve Glenceo çok yakında olduğu için özellikle tercih edilen bir kasaba. Burası İskoçya’nın Highlands bölgesinde Inverness’ten sonra en büyük ikinci yerleşim yeri. Nevis ve Lochy nehrinin ağzında kurulmuş görülmesi gereken çok güzel bir yer.

Yakınlarda olan Ben Nevis ve Munro dağlarına trekking ve tırmanma turları düzenleniyormuş. İskoçya’nın popüler hiking rotaları olan the West Highland Way ve The Three Lochs Way rotaları burada bulunuyormuş.

Teknelerin görüntüsü sanki bir tatil beldesine gitmişsiniz hissi uyandırıyor. Gulf stream akıntılarının etkisiyle deniz suyunun sıcaklığı da denize girilebilme süresini uzatıyormuş.Güzel deniz manzaraları eşliğinde yola devam ettik. McAndie Court kasabasının içinden geçtik.

Uzun yolculuğumuzun sonunda otobüsten inebildik ve Spean Bridge köyünde yemek molası verdik. Otobüsten inenler doğruca restoranta koştular, ben yanımda soğuk sandviç getirmiştim. Sadece 1,10 pound ödeyerek orta boy bir kahve aldım. Herkes yemeğinin hazırlanmasını beklerken restorantın önündeki tahta sıralara oturarak yemeğimi çabucak bitirdim. Hemen çevre araştırmalarını yapmaya başladım.

Highlands’de nereye giderseniz gidin mutlaka 1800’lerin başlarında Thomas Telford tarafından yapılan köprülerle ve diğer yapılarla karşılaşılıyormuş. Spean Bridge Köprüsü de 1819 yılında Spean Nehri üzerine inşa edilmiş. Spean Bridge çok ilgi çekici bir köy ve bu yüzden özellikle yaz aylarında burada çok yoğun bir trafik oluyormuş. Aslında Highlands’deki önemli şehirlere ve kasabalara giden yol ayrımı da tam burada bulunuyormuş.

Köyün kendisi de çok güzel düzenlenmiş. Turistik olması nedeniyle büyük bir park alanı, Turist Danışma Merkezi ve yemeğimizi yediğimiz Spean Bridge Hotel hepsi gelenleri ağırlamak için hazırlanmış. Spean Bridge aynı zamanda Fort William’a uzanan bir de demiryolu istasyonuna sahip. İstasyon binaları ise Eski İstasyon Restoranı’na çevrilmiş.

Köyün güneyindeki arazi ormanlık olmakla birlikte kuzey tarafında Ben Nevis ve Aonach Mor’un muhteşem manzarasını ve sol tarafta the Grey Corries Sıradağları’nı görmek mümkün.

Nehrin kuzey tarafındaki manzara muhteşem Kilmonivaig Kilisesi ve mezarlığı da doğaya eşlik ediyor.

Biraz daha kuzeyde ise tepede Scott Sutherland tarafından dizayn edilen ve 1952 yılında buraya yerleştirilen Commando Memorial adında bronz bir anıt bulunuyormuş. Bu anıt II. Dünya Savaşında bu bölgede eğitim yapan elit komando birliklerinin birçok üyesini anmak üzere yapılmış. Yine bir web fotoğrafı koymak zorundayım.

Komando Temel Eğitim Merkezi de Loch Arkaig’e doğru Achnacarry Kalesindeymiş şimdi yerinde muhteşem bir müze olan Clan Cameron Müzesi bulunuyormuş. Spean Bridge Hotelinde de komandolar ile bunların Lochaber’deki rollerine ilişkin eşya ve materyaller sergileniyor. Bunları gördüm ama ilgimi çekmediği için bir kare fotoğrafını bile çekmemişim.

Yaklaşık bir saat kadar verdiğimiz mola sonrası yola devam ettik. Böylece canavarı kendisinden daha ünlü olan ince uzun Loch Ness gölünün başında bulunan Fort Augustus’a ulaşmış olduk. Burası Lochness’in güney batısında yer alıyor.

Muhteşem manzaralar eşliğinde bisiklete binebilirsiniz ya da en popüler yol olan Great Glen Way boyunca yürüyüş yapabilirsiniz.

Ayrıca Caledonian kanalların havuzlarında suyun yükselmesini izleyip gölde tekne turu yapabilirsiniz.

Nakliye ve ulaşım için Atlas Okyanusu üç göl ve 1882’de yapılan 60 mil uzunluğundaki Caledonian Kanalı ile Inverness’ten Kuzey Denizi’ne bağlanmış. Deniz taşıtlarının LochLinn‘den Atlantik Okyanusu’na geçişi suyun kademeli yükseltilmesi ile sağlanmış. Kanal LochNess ve Kuzey Denizi arasında da geçit oluyormuş.

Nefis görüntüler eşliğinde sürdürdüğümüz yolculuğumuz artık meşhur Loch Ness’i bir tarafına alarak devam etmeye başlamıştı. Highlands bölgesinde yer alan bir vadi set gölü olan LochNess, Deniz seviyesinden 15.8 metre yukarıda olan Loch Ness, 56.4 kilometrekare alanı, 40 kilometre maksimum aralığı ve 230 metre maksimum derinliği ile İskoçya’nın ikinci en büyük gölü. Loch Ness beş nehirden beslenmektedir.

Ancak bu gölün bu kadar meşhur olmasını sağlayan kahverengi suları ve eşsiz manzarası değil bu gölde yaşadığı düşünülen Loch Ness Canavarı ya da kısaca Nessie adında gizemli bir yaratık olmuş. Canavar yapılan birçok aramaya rağmen bulunamamış ama canavarın varlığına inananlar onun gölün derinliklerindeki mağaralara saklandığını ve çamurlu sular yüzünden görülemediğini iddia etmişler. İlk kez altıncı yüzyılda görüldüğü rapor edilmiş olsa da, 1934 yılında Londralı bir jinekolog olan Dr. Robert Kenneth Wilson’ın çektiği fotoğraflarla dünyanın gündemine girmiş. Otoriteye karşı çıkanların canavara yem edilmek üzere asılması için gölün kenarındaki Urquhart Kalesi’nde göle doğru yerleştirilen “L”şeklindeki demir bir çubuk bu gizemli canavar hikayesine nasıl inanıldığını göstermekteymiş.

Popülerliği her geçen gün artan Loch Ness Canavarı “Nessie” hakkında sayısız kitap yazılmış, belgesel ve dramatik filmler çevrilmiş, şarkılarda yer verilmiş ve hatta bilgisayar oyunları tasarlanmış. İskoçya ve özellikle Loch Ness civarında yaşayanlar bu hikayenin ekmeğini yemeye devam ediyorlar. Çünkü Nessie artık tam bir ticaret metası haline gelmiş, oyuncaklar, anahtarlıklar, magnetler, t-shirtler, kitaplar, magnetler ne ararsanız her şeyin üzerinde sevimli görüntüsüyle Nessie resmi var. Bizde de Van Gölü canavarı hikayesi ortaya atılmıştı ama bırakın yabancı turist çekmeyi kendi insanımız bile merak edip oraya gitmedi!

Gölün kenarında sürdürdüğümüz seyahatimize bir yol ağzında mola verdik. Bu arada şoförümüz ve aynı zamanda rehberimiz gölde tekneye binmek isteyenlerin isimlerini toplamıştı. Gölde açık havada fotoğraf çekmek için 19 pound vermek istemediğim için tekne gezisine katılmadım. Otobüstekilerin yaklaşık yarısı geziye gitti. Rehber tekneye kadar onları götürdü ve kalanlara beklemesini söyledi. Bu arada otobüsümüz tam Urquhart Kalesi’nin üst kısmında durmuştu. Buradan güzel Loch Ness gölü manzarası eşliğinde kalenin bir çok fotoğrafını çektim.

Urquhart Kalesi, Loch Ness Gölü kenarında bulunan ve bir zamanlar İskoçya’nın en büyük Orta Çağğ kalelerinden biri, 13. yüzyılda yapılmış, 14. yüzyılda İskoç Bağımsızlık Savaşı’nda önemli rol oynamış.

Kale zaman içerisinde çok fazla zarar görmüş ve en iyi durumda kalan kısmı 5 katlı olan Grant Tower olmuş. İskoçya’nın en çok ziyaret edilen kalelerinden biri Urquhart Kalesi.

Rehberimiz geri döndükten sonra tekne gezintisine katılmayanları otobüse çağırdı ve göl etrafında bir süre gittikten sonra bir otelin önünde durduk.

Clansman Hotel tam göl kenarındaydı ama arada çok işlek bir yol vardı. Yolun diğer tarafına da göl kenarına inilmemesi için telli bir bariyer çekilmişti. Tekne gezisine katılmadığımız için yaklaşık 1 saat bizi oraya hapsetmişlerdi resmen. Neyse ki çok büyük bir hediyelik eşya mağazası bulunuyordu ve ayrıca yemek yemek isteyenler için bir de restoran vardı.

Mağazayı karış karış inceledim ve üzerinde Highlands of Scotland yazan resimli bir kupayı 5 pound ödeyerek aldım. Hotelin girişinde bir dondurmacıdan 2,40 pound ödeyerek dondurmamı aldım. Vakit gelince otobüse yerleşip teknelerin yanaştığı yere doğru gittik. Diğer yolcularımızın gelmesini beklerken çevreyi de görme fırsatımız oldu.

Gelen tekneyi ve gölü de fotoğraflayarak gezimizin Loch Ness aşamasını da tamamlamış olduk. Tekrar otobüse bindik ve bundan sonra artık Edinburgh’a kadar hiç ayağımız toprağa değmedi.

Bir süre sonra zaten Loch Ness’e çok yakın olan Inverness’e vardık. Burası kuzeyin merkezi olarak bilinen, Avrupa’nın en hızlı gelişen şehirleri arasında yer alan ve Highlands’in en büyük şehri. Şehir doğuda Ness Nehri’nin Kuzey Denizi’ne ulaştığı ağızda kurulduğundan bir sular şehri görünümünde.

Tarihte iki büyük savaşa sahne olan şehir Victorian tarzı yapıları ve viski imalatı ile meşhurmuş. Yürüyerek kolayca dolaşılabilecek şehirde Old High Church, St. Andrews Cathedral ve Inverness Kalesi gezilebilir. İlginç bir bilgi de Shakespeare’in ünlü eseri Macbeth’e konu olan İskoç kralı I. Macbeth’in kendisinden önce kral olan I. Duncan’ı Inverness Kalesi’nde öldürdüğü belirtiliyor.

Şehri şöyle bir gördük ve yola devam ettik ve 1056 metre uzunluğunda olan Kessock Köprüsü’nün yanından geçtik.

Inverness şehrinin yakınlarındaki Culloden Savaş Alanından geçerken rehberimiz savaşla ilgili bilgiler verdi. Inverness yakınlarında bulunan “Culloden Moor” kırsal alanında Fransız destekli olan ve Katolik kilisesinin yayılmasını isteyen Jakobit isyancı Highland İskoçları ile İngiliz Kraliyet ordusu ve onlara destek veren Lowland İskoç orduları arasında yapılan meydan savaşını 16 Nisan 1746 tarihinde İngiliz kraliyet ordusu kazanmış ve böylece isyan sona ermiş. Culloden Muharebesi Britanya adasında yapılan son askeri çatışma olmuş ve İskoç milliyetçileri tarafından hala hazin bir şekilde anılmaktaymış.

Doğa manzaraları eşliğinde The Cairngorm Dağları’na doğru yol aldık. Doğa Anne Cairngorms’a ayrıcalıklı davranmış. Neden mi, çünkü burada Birleşik Krallık’da bulunan en yüksek altı dağdan beşi ve 3000 feet’in üzerinde yüksekliğiyle 55 Munro bulunuyormuş. Milli Park’da çok antik doğal ağaçların bulunduğu büyük bir orman, şelaleler ve vahşi hayvanlar görülebiliyormuş.

Birleşik Krallıkta kayak için tercih edilen yer Cairngorms. Ayrıca dağ bisikletçileri, yürüyüşçüler, tırmanış yapanlar için özel rotalar belirlenmiş. Muhteşem manzarası konusunda zaten söylenecek söz yok.

Cairngorms dağlarından biri olan Ben Macdui Dağı ile ilgili gizemli bir hikaye de bulunuyor. Profesör Norman Collie’nin 1925’de yayınladığı kitabında Ben Macdhui’nin zirvesinden geri dönerken arkasında sisler içinde tuhaf bir ses duyduğunu, seslerden ürktüğü için koşmaya başladığını ama sesin onu yine de takip ettiğini anlatmış. Böylece bugüne kadar devam eden ve üstüne birçok hikaye ve makale yazılan Big Grey Man (Büyük Gri Adam) efsanesi doğmuş. Bu gizemli ses kimilerine göre o dağda yaşayan bir yerli kimilerine göre ise sisin yarattığı bir illüzyondan başka bir şey değilmiş.

Gün sonunda yolculuğumuz Edinburgh’a son buldu. Kuzey İskoçya bölgesini kelimelere sığdırıp anlatmak çok zor. Bölgeye en aşağı 2-3 gün ayırmak gerekiyor. Bizim bir günlük gezimiz biraz hızlandırılmış bir gezi oldu. Daha uzun zaman geçirmek, kırlarda gezinmek, kısa mesafe bir tırmanış yapmak, doğanın sesleri altında konaklamak isterdim.

Doğayı seviyorsanız Highlands denilen bölge tam size göre bir yer. Her an her yerde karşınıza çıkacak irili, ufaklı gölleriyle, yemyeşil uzanan ova ve vadileriyle, billur gibi sularıyla her yandan fışkıran şelaleleriyle, değişik türde bitki örtüleri bulunan ormanlarıyla, ince ince süzülen çakıl taşlı dereleriyle, sıra sıra uzanmış taşlı veya ağaçlı dağları ve tepeleriyle, orijinal İskoç inekleriyle, koyunları ve keçileriyle, her an göz göze gelebileceğiniz geyik ve diğer hayvanlarla burası adeta el değmemiş, cennet misali bir bölge. Giderseniz emin olun seversiniz.

Yorumunuzu Buraya Yazabilirsiniz

Yorumunuzu Giiniz
Please enter your name here