glasgow

Glasgow İskoçya’nın en fazla nüfusa sahip ve en geniş alana sahip şehri. Birleşik Krallıkta da kalabalık üçüncü, en çok ziyaret edilen şehirler arasında da beşinci sırada. Şehir İskoçya’nın batısında Cylde Nehri’nin İrlanda Denizi’ne açılan haliç üzerine konumlanmış.

Aslında 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında şehrin nüfusu çok hızlı artmış ve 1938’de bir milyonu geçmiş. Bu nedenle 1960’larda şehir dışında evler inşa edilerek nüfusun buralara kayması sağlanmış. Bu şekilde Cumbernauld, Livingston, East Kilbride gibi yeni şehirler ve periferik banliyöler oluşmuş. Böylece şehir merkezinin nüfusu yarıya düşmüş.

Glasgow 2014 yılında Commonwealth Oyunlarına ve 2018 yılında da Avrupa Şampiyonasına ev sahipliği yapmış. Ayrıca spor dünyasında bizim Fenerbahçe ile Galatasaray arasında olduğu gibi şehrin eski takımları olan Celtic ve Rangers kulüpleri arasında da bitmeyen bir rekabet varmış. Şehir, futbol, rugby, atletizm, tenis, golf ve yüzücülük konusunda sporda iyi bir yere gelmiş.

Şehrin sakinlerine “”Glaswegians” ya da “Weegies” denilmekteymiş. Bir de şehirle ilgili benim de yaşadığım ilginç bir ayrıntı var. Glasgowlular İskoç dilinden çok farklı ve buradan olmayanların kolayca anlayamayacağı “Glasgow patter” denilen farklı bir konuşma diline sahiplermiş. Glasgow’da kaldığım evin sahibiyle konuşurken on kere tekrarlatmam boş yere değilmiş demek ki, ben de kendimden kuşkuya düşmüştüm!

Kısa Tarihi

İlk yerleşim izlerinin Prehistorik zamanda görüldüğü şehir, eskiden Clyde Nehri yakınlarında küçük bir balıkçı kasabası iken bugünlerde artık İskoçya’nın en büyük liman şehri olmuş. Şehir Orta Çağ’da 2. İskoç piskopos bölgesi olmuş. Zamanla Orta Çağ’ın piskoposluk ve kraliyet kasabası anlayışından sıyrılmış ve 15. yüzyılda Glasgow Üniversitesi’nin kurulması ile 18. yüzyılda İskoç aydınlanmasının önemli bir merkezi haline gelmiş.

18. yy’dan sonra Büyük Britanya’nın Kuzey Amerika ve Karayipler’e yaptığı transatlantik ticaretinin önemli bir merkezi olmuş. Endüstri Devrimi’yle birlikte şehrin nüfusu ve ekonomisi hızlı büyümüş ve dünyanın en ünlü kimya, tekstil ve mühendislik merkezlerinden biri haline gelmiş. Özellikle gemi yapımı ve denizcilikle ilgili mühendislik alanlarında gelişim kaydettiklerinden pek çok keşif ve ünlü gemi yapmışlar.

Ekonomi I. Dünya Savaşı ve Büyük Buhran’dan sonra düşüşe geçmiş ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra düzelmeye ve büyümeye başlamış. Ancak 1960’larda Japonya ve Batı Almanya gibi ülkeler sanayide hızla büyürken, Glasgow uzun sürecek ekonomik küçülme dönemine girmiş. Şehirde sanayi kuruluşları azalmış işsizlik artışı, nüfus azalışı, şehirden göçlere, fakirliğe ve yetersiz sağlık koşullarına sahne olmuş. Bu kötü gidişi durdurmak amacıyla radikal ve geniş kapsamlı programlar uygulamaya konulmuş.

Şehirden göçleri önlemek için şehre yakın alanlarda ucuz banliyöler ve siteler inşa edilmiş. Tüm çabalara ve ekonomik rönesansa rağmen şehrin doğu tarafı halen yoksulluğun diz boyu olduğu bir bölgeymiş ve uçurum giderek artıyormuş.

Glaskow müzik şehri olarak da tanınıyor. UNESCO, 2008’de Glasgow’u “müzik şehri” ilan etmiş. Müzikle ilgili yerlerin gezildiği turlar da düzenleniyormuş. Elektronik müziğin çalındığı çok sayıda kulübün yanı sıra, geleneksel İskoç müziği dinlenen yerler de mevcut.

Bu açıklamalardan sonra sizi Glasgow’a götüreyim artık.

Glasgow Gezilecek Yerler

Edinburgh’dan bindiğim National Express otobüsü yeşil kırların, otlayan inek ve koyunların, parlayan güneşin eşliğinde yaklaşık 1,5 saat kadar sonra Glasgow’a ulaştı. Otobüs Terminali oldukça merkezi bir yerde bulunuyor. İner inmez hemen birkaç sokak yürüyünce en gözde ve işlek caddelere ulaşılıyor.

Sırt çantam olduğundan öncelikle onu akşam konaklayacağım eve bırakmak istiyordum. Bu sefer airbnb sitesinden ev ayarlamıştım. Ev sahibim mesaj atarak dişçiye gideceği için beni karşılayamayacağını, anahtarı paspas altına bırakacağını yazmıştı. İnsanların hiç tanımadığı birine böyle güvenmesi inanılmaz geliyor. Daha önce siteden puan almış olsam ve ona güvendi desem o da yok. Ben hayatta böyle bir şey yapmazdım herhalde!

Eşyalarımı bırakıp ilk ulaştığım Buchanan Caddesi, çok güzel mimariye sahip binaların olduğu, eğimli, araç trafiğine kapalı, her iki yanında ünlü markaların mağazaları da bulunan bir cadde. Keyifle gezinmek, alışveriş yapmak, açık havada değişik müzikler yapan grupları dinlemek için ideal bir yer.

Çok ilginç yapılar da var bu caddede, mesela Hotel Chocolat binası bir tavus kuşu gibi taçlandırılmış.

Gezimin bir sonraki durağı günün her saati canlı ve hareketli olan George Square oldu.

Ama öyle böyle değil kocaman, büyük bir meydan burası. Şehrin kalbinin attığı meydanlar vardır ya bu da onlardan biri. George Square, Glasgow şehir merkezinde bulunan 6 meydandan biri. Yapımına 1781 yılında başlanan meydanın ismi Kral III. George’dan geliyormuş.

Meydanın her tarafına çok büyük heykel ve anıtlar dikilmiş. Kraliçe Victoris, Robert Burns, Sir Robert Peel, Sir Walter Scott gibi şehir için önem taşıyan 12 ünlü kişinin heykelinin süslediği meydanda buhar makinasının mucidi olan James Watt’ın heykeli de bulunuyor.

Meydanın etrafı Victorian tarzında inşa edilmiş, mimari açıdan şaheser yapılarla dolu. Meydanın doğu tarafında 1883 yılında inşa edilmeye başlanan Glasgow City Chambers – Belediye Sarayı bulunuyor. Batı tarafında ise Glasgow Ticaret Odası tarafından 1874 yılında inşa ettirilen Merchants House var. Meydanda bulunan ve tarihi 19. yüzyıla uzanan depolar bu meydanın bir zamanlar önemli bir ticaret merkezi olduğunu göstermekte.

Meydan, müzikal etkinliklerin, ışık gösterilerinin, resmi törenlerin, spor kutlamalarının ve politik toplantı ve protestoların yapıldığı bir yermiş. Christmas zamanında burada büyük bir Noel pazarı kuruluyormuş. Meydanda bulunan Italyan Bölgesi’nde çok hoş restoranlar ve cafeler bulunuyor. Meydana yakın çevredeki çok hoş ama bir o kadar da pahalı butik ve mağazalarıyla alışveriş yapma imkanı veriyor.

Meydanda dolandım ve heykelleri tek tek inceleme fırsatı buldum. Keşke hemen Belediye Binasının içine de girseymişim. Cuma günü olduğundan açık olan binaya muhtemelen girebilecektim. Ertesi gün kapıdan geri çevrildiğimde bunun pişmanlığını yaşadım!

Belediye Binası Pazartesi-Cuma arası günlerde 08.30-17.00 arasında açık ve günde iki kere 10.30 ve 14.30’da yapılan ücretsiz ve 45 dakika süren rehberli turlarla da gezilebiliyor.

Bu bina şehrin en prestijli yapısı olup Glasgow’un tarihi zenginliğinin ve politik gücünün bir sembolü olarak görülüyormuş. 1888’de tamamlanan ve Kraliçe Victoria tarafından açılan Glasgow City Chambers yüzyılı aşkın bir süredir belediye meclislerine ev sahipliği yapmakta.

Binanın önünde tam merkezindeki alınlığın içinde, Kraliçe’nin Altın Jübile’sini onurlandıran bir kabartması var. Üstünde ve bayrak direğinin hemen altında ortada doğruluk imgesi olan onur ve zenginlikleri temsil eden heykeller bulunuyor. James Alexander Ewing’in bu heykeline yerel halk Glasgow’un Özgürlük Heykeli diyormuş.

Binanın ön tarafında yer alan altın haçlı beyaz anıt, 1924 yılında dikilmiş. Bu anıt I. Dünya Savaşı sırasında ölen 18.000 Glasgow askeri için yapılmış.

Meydandan ayrılıp, yürümeye devam edelim, Gordon Street’te çok kalabalık gözüküyordu, yeme içme mekanları hep buralarda toplanmış gibi..

Buradan Argyle Street’e geçtim. Bu bölgede ki bütün caddeler aynı şekilde hareketliydi.

Trongate Bulvarı’nda yürümeye başladım ve merkezden biraz uzaklaştım. Burada çok fazla sayıda mağaza ve tarihi bina görebiliyorsunuz.

Epeyce yürüdükten sonra Mercant Building göründü. Daha önce Glasgow Cross olarak bilinen şimdi artık Merchant City olarak isimlendirilen bu bölgede bulunan binaların bazılarının tarihi 17. yüzyıla kadar gidiyormuş. Mercat Binası eski gözükse de aslında oldukça yeni bir bina, 1928 yılında inşa edilmiş.

Glasgow Clyde Nehri kıyısında küçük bir balıkçı köyü olarak kurulmuş. Aziz Mungo kuzeydeki tepeye dini bir yerleşim kurmuş ve M.S. 6. yüzyıla kadar da bu şekilde kalmış. Buraya bir manastır inşa edilmiş ve yerleşim yeri giderek büyümüş.

Glasgow’un ilk merkezi manastırın çevresinde ve daha sonra yakınlarda inşa edilen St. Mungo Katedrali civarındaki bölge olmuş. Hemen güneyinde eski bir Roma yolu bulunuyormuş ve şehrin en eski üç caddesi olan High Street’in doğu ve batısında uzanan kısımlar Drygait ve Rottenrow caddeleriymiş. Güneyde ikinci bir merkez gelişmiş ve dört caddenin dik açılarla birleştiği, bir haçı andırdığı, Glasgow Cross olarak tanımlanan bir bölge olmuş.

Reformasyon dönemine kadar Glasgow Cross, dört caddenin birleştiği açık ve geniş alanda kurulan Pazar nedeniyle Mercat (Pazar) Cross olarak biliniyormuş. Pazardaki malları tartmak için kullanılan trone ve terazilerden sonra batıdaki caddeye Tronegait, doğudakine Gallowgait, kuzeyde Mercat Cross’dan Metropolitan Kilisesi’ne giden cadde ve güneydekine kumaş ağartıcılarından türetilerek Walkergait adı verilmiş. Daha sonra, kuzeydeki cadde, High Kirk’ten sonra High Street olarak yeniden adlandırılmış ve Walkergait, somon kurutulduğundan Salt Market olarak adlandırılmış.

Glasgow Merchant City’nin tam merkezinde yer alan eski Sheriff Court binası bugün artık Citation Taverne & Restaurant olarak hizmet vermekteymiş.

Dönüş yolundaki Ingram Street’te bulunan tarihi bina Hutchesons’ Hall 1802 ve 1805 yılları arasında Hutchesons Hastanesi olarak inşa edilmiş. 2008 yılından sonra boş kalan binayı 2014 yılında yenilemişler ve bugünlerde artık et ve deniz ürünleri mutfağının sunulduğu üç katlı bir restoran olmuş.

Allsaints Spitalfields adındaki bir mağazanın vitrin düzenlemesi de eski dikiş makineleriyle yapılmıştı.

Şehrin merkezindeki tren garına dışarıdan şöyle bir baktım. Buradaki demiryolu köprüsünün de şöyle bir hikayesi var. 19. yüzyılda günlük işler bulmak için bu bölgede bulunan ve yağmur yağdığında köprünün altına sığınan Highland’li erkekler nedeniyle köprünün adı “Highland Men’s Umbrella” olmuş. Maalesef köprünün fotoğrafını çekmemişim. O yüzden internetten aldığım bir fotoğrafı kullanıyorum.

Otobüs terminaline giden yol üstünde Glasgow Royal Concert Hall -Konser Salonu bulunuyor.

Kraliyet Konser Salonu, 2475 kişi kapasitesi ile Birleşik Krallık’taki en büyük salonlardan biri. Resmi olarak 1990 yılında açılan bina Kraliyet İskoç Ulusal Orkestrasına da ev sahipliği yapıyormuş.

Konser Salonunun önündeki heykel İskoçya’nın ilk Başbakanı ve İskoç Devriminin savunucusu olan 1937-2000 yıllarında yaşamış Donald Campbell Dewar’a ait.

Klasik müzik severim ama bırakın burada bir konser izlemeyi içini görmeye dahi zaman bulamadım. Binanın akustik açıdan mükemmel olmasına rağmen altından geçen metro hattı nedeniyle biraz sorun yaşanıyormuş.

İkinci gün sabah Glasgow Katedrali ile güne başladım. Katedral Meydanı’nda Glasgow doğumlu doktor David Livingston’un 2,40 metre uzunluğundaki heykeli bulunuyor. Livingston mezun olduktan sonra Güney Afrika’ya gönderilmiş ve burada misyonerlikle birlikte araştırmalar yapmış. Hakkında birçok efsane bulunmaktaymış.

Katedral Meydanı’nda James Lumsden’in bir heykeli de bulunmakta. James Lumsden (1818-1879), Lord Provost olarak görev yapan bir kırtasiyeci ve tüccarmış. Arden Şövalyesi olarak da biliniyormuş.

Gelelim Katedral binasına. Dışarıdan diğer kiliselere göre çok farklı görünmüyordu. Glasgow High Kirk olarak da bilinen Glasgow Katedrali veya St Kentigern veya St Mungo’s Katedrali, İskoçya’daki en eski katedral ve Glasgow’daki en eski bina olarak gösterilmektedir. İskoçya’nın en görkemli Orta Çağ yapılarından birisi olan Glasgow Katedrali, İskoç ana karasında, 1560 Reformu’ndan sonra bozulmadan bugünlere gelebilen tek bina olarak tanımlanmakta. Katedral ünlü TV serisi Outlander için set olarak da kullanılmış.

Bu Orta Çağ Katedralinin M.S. 614’de ölen ve St. Mungo olarak da bilinen St Kentigern’in gömülü olduğu alana inşa edildiği ve Glasgow şehrinin doğduğu yeri işaret ettiği düşünülmektedir. St Kentigern, eski İngiliz Krallığı olan Strathclyde Krallığındaki ilk piskoposmuş ve şehrin azizi olarak biliniyor.

St Mungo, Göller ve Kuzey Galler bölgelerinde vaazlar vermiş, Roma’ya hacca gitmiş ve 614 yılında ölünce bu bölgeye gömülmüş. Ölümünün ardından mezarı üstüne inşa edilen ilk orijinal kilise ahşaptan yapılmış. Bunun yerine ilk taş kilise, Kral David I zamanında, 1136 yılında inşa edilmiş. Bu kilise zamanla tahrip olmuş Onun yerine 1197 yılında yeni bir bina yapılmış.

Katedralin içi oldukça geniş ve ferah. Ahşap çatı Orta Çağ tasarımına sahip ve kerestelerin büyük kısmının 14. yüzyıldan kalma olduğu tahmin edilmektedir.

“Reader’s Bible” olarak adlandırılan 1617 basımı bir İncil de sergileniyor.

Katedral, modern vitray pencerelerin en iyi koleksiyonlarından birine sahip. Bunlardan birisi Katedralin ortasında bulunan Büyük Batı Penceresindeki “Creation” yani “Yaratılış” konulu vitray. Katedralin kuzey duvarına yapılan The Millennium Window adı verilen, en zorlu teknikle üretilen ve ana hakim rengin mavi olduğu vitray pencereler de dikkat çekmekte.

Yapıda alt katta bazı eserler sergilenmektedir. Burada tarihi 1200’lü yıllara kadar giden erken döneme ait önemli parçalar görülebiliyor. Burada St. Mungo’ya ait olduğu belirtilen bir mezar ve St Nicholas Şapeli bulunuyor.

Castle Street’de bulunan bu yapıya komşu olan 1794’te açılan Glasgow Royal Infirmary ve 1833’de açılan muhteşem Glasgow Nekropolü, yakınlarda bulunan Glasgow’un en eski evi ve bitkisel tıbbi bahçeleri ile birlikte The Provand’s Lordship, Barony Hall (Barony Kilisesi), Strathclyde Üniversitesi, Katedral Meydanı, Glasgow Protestan Kilisesi (Kuzey Baroni Kilisesi) ve St Mungo Müzesi çevrede görülecekler arasında.

Katedralin doğusunda alçak ama çok belirgin bir tepe üzerinde bulunan Glasgow Nekropolü bir Victorian mezarlığıdır. Burada 3500’den fazla anıt ve yaklaşık elli bin mezar varmış. Ancak o dönemin koşulları gereği anıtların çok azına isimler yazılmış ve çoğu mezara bir taş dahi dikilmemiş.

Paris’te Père Lachaise Mezarlığı’nın kurulmasından sonra, İngiltere’de de böyle bir mezarlık yapılması için baskılar başlamış. Daha önce Paris Kilisesi ölülerin gömülmesinden sorumluymuş, ancak ihtiyaçlar arttığından alternatif bir çözüm üretilmesi gerekiyormuş. Glasgow, giderek kiliselere daha az gelmeye başlayan halkı etkilemek için bu kampanyaya katılan ilk şehirlerden birisi olmuş. Glasgow Nekropolü 1833 Nisan’ında resmen açılmış. Bundan bir süre önce, Eylül 1832’de, arazinin kuzeybatı kesiminde bir Yahudi mezarlık alanı kurulmuş.

Castle Street’de bulunan ve 1471 yılında inşa edilen Provand’s Lordship, Glasgow’da en eski Orta Çağ evidir. Provand Lordship, St Nicholas Hastanesi’nin bir parçası olarak inşa edilmiş. Muirhead arması, binanın yan tarafında hala görülebilmekteymiş. Provand Lordship, katedraldeki din adamları ve diğer görevlilerin barınmasını sağlamış.

Ev daha sonra Barlanark’ın Prebend Lordu (veya “Provand”) tarafından işgal edilmiş ve bu nedenle onun adı verilmiş. Katedral ve hastaneyi çevreleyen ve Orta Çağ’dan kalan binaların çoğu, 18. ve 20. yüzyıllar arasında yıkılmış. Bina 1978’de Provand Lordship Society tarafından Glasgow Şehrine verilmiş. Bugün ev, Sir William Burrell tarafından bağışlanan 17. yüzyıl İskoç mobilya ve kraliyet portrelerinden oluşan kaliteli bir seçki ile döşenmiş.

Binanın arkasında, şehrin koşuşturmasından uzak, sakin bir bitki bahçesi olan St Nicholas Bahçesi yer alıyormuş. Bu ev, haftanın her günü ziyarete açık ve saat 10.00-17.00 arasında görülebilir. Müzenin hemen yanında olan evi nedense görmedim ve içini de doğal olarak gezemedim. Buraya webden bulduğum bir fotoğrafını ekliyorum.

Katedrale yürüme mesafesindeki St. Mungo Din ve Sanat Müzesi ise dünyada yer alan tüm önemli dinlere, ritüellerine ve öğretilerine ait eserler, objeler ve görsellerle dolu olan bir müze. Castle Caddesi’nde yer alan müzeye giriş ücreti alınmıyor.

1993 yılında açılan müze, eski bir Glasgow piskoposunun ikamet ettiği, bir kısmı katedralin içinde ve bir kısmı Glasgow Green Halk Sarayları Müzesi’nde görülebilecek bir Orta Çağ kalesinin arazisine inşa edilmiş. Müze binası, yakındaki Provand’s Lordship House ile uyum sağlamak için Orta Çağ tarzına uydurulmuş.

Müzeye 6. yüzyılda Hristiyan inancını İskoçya’ya getiren Glasgow’un koruyucu azizinin adı yani St. Mungo verilmiş. Galerilerde, St Mungo ile ilgili eserlerin yanı sıra dinlerin bütün dünyada ve zaman içerisinde insanların yaşamlarındaki önemine dair görüntüler, nesneler ve çarpıcı sanat eserleri sergilenmektedir. Burası dünyada eşi benzeri olmayan bir dinler müzesi.

Müze, farklı inançlara sahip olanlar arasındaki anlayışı ve saygıyı yansıtıyor ve her din mensubu için bir şeyler sunuyor. Müzenin koleksiyonu arasında Mısır mumyalarından Hindu tanrılarına ve Zen Budizmi’ne kadar pek çok dine ait eserler yer alıyor.

Burada seccadeler ve tespihleri dahi görebiliyorsunuz.

Meleklerle ilgili ayrı bir bölüm bulunuyor.

O kadar çok obje ve konu bulunuyor ki bunları detaylı incelemek için en az bir gün bu müzeye zaman ayırmak gerekiyor.

Müze gezimi tamamladıktan sonra kısa bir yürüyüş mesafesinde olan George Square’a geldim. Cumartesi günü olması nedeniyle meydan daha da kalabalıktı. Amacım City Hall binasını gezmekti. İçeriye girmek için hamle yapınca kapıdaki görevli beni durdurdu ve pazartesi günü açık olacağını, hafta sonu turistik gezilere kapalı olduğunu söyledi. Akşam şehirden ayrılacağımı, şöyle bir bakıp çıkacağımı söylesem de ikna edemedim.

Belediye Binasını gezemeyince hemen Modern Sanatlar Müzesi’ne yöneldim. Müzenin önünde çok değişik bir heykel bulunuyor.

Royal Exchange Meydanı’nda the Gallery of Modern Art binasının hemen önünde bulunan heykel I. Wellington Dükü Arthur Wellesley’nin heykeli. Wellesley, Waterloo Savaşı’nda Napolyon’u yendikten sonra, İngiltere’nin en büyük generali olarak kabul edilmiş. Heykel 1844 yılında inşa edildiğinden bu yana kent merkezini süslemekte ve  A kategorisinde listelenmiş.

Gelelim heykelin başındaki konilere. 1980’lerin başlarında yoldan geçen bazı insanlar kentin gururu bu atlı heykelin kaidesine tırmanmaya ve Dük’ün kafasına trafik konisi koymaya başlamışlar. Bu geleneği kimin başlattığı kesin olarak bilinmese de artık kentte geleneksel hale gelmiş. Parlak turuncu şapkasıyla Dük imgesi o kadar alışılmış ki heykelin doğal görünüşü olarak kabul edilmiş ve burası ziyaretçiler için popüler bir fotoğraf noktası haline gelmiş. Heykelin başına trafik konisi konulmasının yerel halkın mizah gücünü gösterdiğine inanılıyormuş.

Bu konilerin kentin otoritesine karşı halkın yürekli tutumunu temsil ettiği de düşünülüyormuş. Konilerin çıkarılması sadece iki sefer söz konusu olmuş. Glasgow’un 2002 UEFA Şampiyonlar Ligi finaline ev sahipliği yapması üzerine koninin yerini turnuva sponsorlarından birisi olan Amstel’in logosunu taşıyan futbol desenli bir şapka almış. Haziran 2010’da otel zinciri olan CitizenM Glasgow’da açılış yapacağı zaman koninin yerini “feel free’ yazılı parıltılı bir koni takılmış. 2012 Olimpiyat Oyunlarında ise altın madalya kazanılması üzerine koni altın rengine boyanmış.

2011 yılında Lonely Planet Rehberi heykeli, “Dünyadaki en tuhaf 10 anıt” listesine almış. Heykel sık sık sarhoş ve muzip öğrencilerin ilginç saldırılarına hedef oluyormuş. 2013 yılında Kent konseyi, bu tür saldırıları önlemek için anıtın kaidesini yükseltmeyi düşünmüş ama bu kez Glasgowlular tarafından 10 bin imzalı dilekçe ile buna karşı çıkılınca bu düzenlemeden de vazgeçilmiş.

Vakit kaybetmeden Müzenin içine girdim. Kısa adı “GoMA” olan Modern Sanat Galerisi, Glasgow’daki çağdaş sanatın sergilendiği ana galeridir. Girişi ücretsiz olan GoMA, haftanın her günü saat 10.00-17.00 arasında açık ve Perşembe günleri saat 20.00’de kapanıyor. Galeride sürekli sergilerin yanı sıra geçici sergiler ve atölye çalışmaları da bulunmakta.

1996 yılında açılan Modern Sanat Galerisi, Glasgow şehir merkezinde Royal Exchange Meydanı’ndaki neoklasik bir binada yer almaktadır. 1778 yılında köle ticareti yoluyla servetini kazanan Glasgow Tütün Lordu Lainshaw William Cunninghame’nin şehir evi olarak inşa edilmiş.

Bina 1817’de the Royal Bank of Scotland tarafından satın alınmış ve daha sonra borsa binası olmuş. Bu kullanım için bina 1827-1832 yılları arasında restore edilmiş. 1954’de Stirling Kütüphanesi binaya taşınmış. Kütüphane Miller Caddesi’ne döndüğünde, bina kentin çağdaş sanat koleksiyonunu barındıracak şekilde yenilenmiş. Adada en çok ziyaret edilen sanat galerilerinden biri olmuş.

Modern Sanat Galerisi’nden sonra yeni hedefim Kelvingrove Parkı ve Müzesi olacaktı. Glasgow’un Batı Yakasında yer alan Kelvingrove Parkı Victorian tipi parkların klasik bir örneği olarak gösterilmekte. Clyde Nehri ile Kelvin Nehri yakınlarda birleşerek aktığından burası yaban hayatı için eşsiz bir cennet oluşturuyormuş. Bölgede bulunan kuşlar gri balıkçıl, karabatak ve yalıçapkını, yeşilbaş ve bektaşi ve diğer hayvanlar ise kızıl tilki, kahverengi sıçan ve su samuru olarak sayılmakta.

Kelvingrove’da çeşitli etkinlikler için bir gösteri platformu, buz pisti, bowling ve kroket oyunları için alanlar ile çeşitli heykeller ve anıtlar bulunmakta. En büyük anıt ise 1872 yılında dikilen Stewart Memorial Çeşmesi olarak gösterilmekte. Hafta sonu olması edeniyle park çok kalabalık gözüküyordu.

Biraz dolanarak en sonunda heybetli ve muhteşem Kelvingrove Art Gallery and Museum Binası’nın önüne geldim.

Kelvingrove Sanat Galerisi ve Müzesi, İskoçya’nın en popüler ücretsiz etkinlik merkezlerinden biri. TripAdvisor’da da Birleşik Krallık’ta en başta görülmesi gereken sanat müzesi olarak gösteriliyormuş. 22 farklı temada düzenlenen galerilerde şaşırtıcı 8.000 nesne sergilenmekteymiş. Burada herkes için keşfedecek bir şeyler bulunuyor.

Bu mimari şaheser 1901 yılında kapılarını açmış. Galeri, kentin Batı Yakasında, Kelvin Nehri’nin kıyısında, Argyle Caddesi’nde bulunuyor. Müze, Kelvingrove Park’ın bitişiğindedir ve Gilmorehill’deki Glasgow Üniversitesi’nin ana kampüsünün yanındadır.

Avrupa’nın en büyük sanat koleksiyonlarından birini keşfederken, bu muhteşem binayı da görmüş oluyorsunuz. Müzenin koleksiyonları esas olarak McLellan Galerileri ve Kelvingrove Park’taki eski Kelvingrove Müzesi’nden gelmiş. Burada güzel sanatlar, dekoratif sanatlar, arkeoloji ve doğal tarih gibi çok çeşitli koleksiyonları bulmak mümkün. Yani Müzede, 15. ve 16. yüzyıldan kalma silah, kılıç gibi savaş aletlerini, takıları, gümüş ve cam objeleri, antik zırhları ve eski Mısır hazinelerini bulmanın yanı sıra, ünlü ressamların eserlerini de görebilirsiniz.

Sanat koleksiyonunda, usta isimlerin (Rembrandt van Rijn, Gerard de Lairesse ve Jozef İsrail) ve Fransız İzlenimcilerin (Claude Monet, Pierre-Auguste Renoir, Camille Pissarro, Vincent van Gogh ve Mary Cassatt gibi) eserleri dahil olmak üzere birçok seçkin Avrupa sanat eseri bulunmakta. Hollanda Rönesansı, İskoç Colourists ve Glasgow Okulu’nun üstadları da ayrıca görülebilir. Bütün bunları bir arada görebilmek ne keyif ama!

Kelvingrove’un en sevilen resimlerinden birisi, Salvador Dali’nin 1951’de yaptığı ikonik “Christ of St John of the Cross” tablosu olmuş. Bu tablo, 1952’de, daha sonra Müzeler Müdürü olan Dr. Tom Honeyman tarafından 8,200 sterlin karşılığında satın alınmış. Başlangıçta bu rakam oldukça tartışma yaratmış.

Müzeyi gezdikten sonra parkın içinden uzaktan görülen Üniversite binasına doğru yürürken önce Wellington Kilisesi’ni gördüm.

Böylece Glasgow Üniversitesinin Güney Kampüsüne gelmiş oldum.

Ancak Üniversiteyi gezmeden önce hemen Glasgow Üniversitesinin bir parçası olan Hunterian Müzesini gezmek istedim.

İlk Hunterian Müzesi 1807 yılında İskoçya’nın kültürel mirasını barındıran en eski müzesi olarak, klasik tarz bir binada kapılarını açmış. Üniversite 1870 yılında bugünkü yerine taşındığında da Hunterian koleksiyonları müzenin bugünkü “Gilbert Scott” binasındaki yerine taşınmış. Bu Müze Glasgow Üniversitesi tarafından işletilmekte.

Müzede birçok galeri bulunuyor. Bunlar, girişin ücretsiz olduğu Hunterian Art Gallery, Hunterian Zoology Museum, Country Surgeon Micro Museum ile 6 sterlin giriş ücretinin olduğu the Mackintosh House ve randevuyla gezilen Anatomy Museum olarak sayılmakta.

University Avenue’de bulunan Hunterian Museum’da nadir ve önemli nesneler sergilenmekte. Bunlar arasında özellikle İskoç fosilleri ve mineraller, dünyanın en büyük madalya koleksiyonu, eski Mısır’dan Yunan ve Roma’ya kadar giden arkeolojik eserler sayılabilir. 2500 yıllık bir mumya bile var. Kuşlar, böcekler, dinazorları görmek de mümkün.

Zooloji Koleksiyonları arasında sevimli bir koalayı, cam vitrinlerde çeşitli sürüngenleri ve mikroskobik deniz canlılarını görebiliyormuşsunuz. Burada Anatomi Müzesinde büyük ölçüde öğretim ve araştırma için kullanılan, tıp tarihi ve gelişimine ait nesneler sergilenmekteymiş.

Hilhead Street üzerinde bulunan Art Müzesi, 1807 yılında, Hunterian resimleri yerleştirildiğinde İngiltere’nin ilk müzesi olmuş. Müzede Rembrant, Rubens, Chardin, Stubbs gibi sanatçıların eserleri varmış.

Müze zaten Üniversite binasında olunca üniversiteyi de gezmek şart oldu. Tabi sadece bu kampüs kısmını.

Biraz da Üniversiteyi tanıyalım isterseniz.

İngilizce eğitim yapılan dünyanın dördüncü en eski üniversitesi Glasgow Üniversitesi 1451 yılında kurulmuş. Edinburgh, Aberdeen ve St. Andrews üniversiteleri ile birlikte, üniversite 18. yüzyıl boyunca İskoç Aydınlanmasının bir parçası olmuş.

Tarihi okul, James Wilson (ABD’nin kurucu babası), filozof Francis Hutcheson, mühendis James Watt, filozof ve iktisatçı Adam Smith, fizikçi Lord Kelvin, cerrah Joseph Lister, yedi Nobel ödüllü bilim insanı ve üç İngiliz Başbakanına eğitim vermiş ünlü bir üniversitedir.

Üniversite binaları oldukça ilgi çekiciydi. Hatta yerel halk buraya Harry Potter serisindeki büyücülük okulunun adı olan “Hogwarts” ismini vermiş.

Yol üzerindeki cafelerde olsun yolda gezenler olsun oldukça ilginç insanlar gördüm. Havanın sıcak olmasından istifade edip üstlerini çıkarıp güneşlenenler bile vardı. Zaten üniversitenin bulunduğu West End Bölgesi, şehrin en bohem ve öğrenci nüfusun yoğunlukta olduğu bir bölgeymiş.

Üniversite gezimi de tamamladıktan sonra sırt çantamın ağırlığı altında merkeze gittim. Concert Hall binası önündeki banklara oturarak keman çalan bir sokak sanatçısını dinledim ve geleni geçeni izledim.

Mesai bittiğinde veya hafta sonları Glasgowlular pek evlerinde durmuyorlar galiba! Şık kıyafetli, spor kıyafetli birçok kişi, çoluk çocuk aileler ya restorantlarda ve cafelerde oturmuş ya da bir pub’da bir içki eşliğinde sohbet ediyor. Çok hareketli bir havası var şehrin.

Gelelim Glasgow’da zaman darlığı nedeniyle gidemediğim yerlere.

İlk sırada 2013 yılında Avrupa’da yılın müzesi seçilen Riverside Museum geliyor, müzede denizcilik ve taşımacılık üzerine eserler sergileniyor.

Glasgow Kulesi ise İskoçya’nın en uzun binası ve dünyada tamamen dönen en yüksek bina (127 metre) olarak da halen Guinnes rekorunu elinde tutuyormuş. 

Glasgow Bilim Merkezi de ilgilenenler için görülesi yer olmalı.

2013 yılında Rod Steward konseri ile açılan SSE Hydro binası 13 bin kişilik bir konser salonu. 

Ayrıca Glasgow’un doğu yakasında bulunan yiyecekten antikaya, binlerce ilginç ürünün satıldığı Barras Pazarı gezilmeye değer gözüküyor.

Glasgow Botanik bahçeleri ve Kibble Cam Sarayı, Skoya Museum, The National Piping Center (Boru/Gayda Müzesi), Pollok House, Briggait, Tenement House, Holmwood House, Art Lover House, The Light Hoult, Bellahouston Park, Glasgow Green Park ve People Sarayı, Fosil Grove, Gaziler Duvarı, Trongate 13, Waverley gemisi, Forth & Clyde Canal, Mackintosh Sanat Akademisi (Glasgow Sanat Okulu) vakti olanlar için görülebilecek diğer yerler arasında gösteriliyor.

Son Söz

İskoçya’da Edinburgh daha fazla turist çekmesine rağmen Glasgow da görülmeyi hak eden bir şehir. Glasgow’da bütün büyük şehirlerde görebileceğiniz iyi yönler de kötü yönler de bulunmakta. Canlı gece hayatı, alışveriş, ulaşım, insan sıcaklığı, renkli kültür, sanat, müzik, tarih, parklar gibi olumlu özelliklerinin yanında dejenere olmuş bir gençlik, uyuşturucu ve alkol bağımlısı insanlar ve yollarda dilenenler de olumsuz yönünü ortaya koyuyor. Çok güzel bir tarihi dokuyla taçlandırılan şehir doğasıyla da sizi baştan çıkarıyor. Modern mimariyle aram pek iyi olmadığı halde bana göre şehirdeki modern dokunuşlar şehre değer katmış. Müzikle tanınan Şehir insanın içini kıpır kıpır yapan coşkulu bir şarkı gibi. Son söz olarak Glasgow’u sevdiğimi ve görmeye değer olduğunu söyleyebilirim.

‘Glasgow Turları’nı Trip Advisor güvencesi ile aşağıdaki linkten alabilirsiniz.

 

Visits: 6

Yorumunuzu Buraya Yazabilirsiniz

Yorumunuzu Giiniz
Please enter your name here